Çarşamba

Biliyorsunuz çok lüks yerlerde iftar ziyafetleri tertiplenmesine karşıyım. Bu ramazanda yakın dostlarımdan birinin davetini reddedemedim, lüks bir yerde iftara gittim. Sofrada altı kişiydik. Masa çeşit çeşit iftariyelik ile doluydu. Kaymak, bal, reçeller, peynirler, zeytinler, sucuk, pastırma, salata, turşu, enginar. İftara çeyrek saat kala garsonlar mönü listelerini getirdiler. Kişi başına yemek 130 milyonmuş. İki çeşit çorba, çorbadan sonra üç dört çeşit giriş mahiyetinde sıcak yemek, ondan sonra asıl yemek… Vakit dolunca güzel bir ezan okundu. Oruçlarımızı açtık, iftariyelerden atıştırdık. Garsonlar yemekle birlikte içmek isteyenlere çay verdiler. Yemekten sonra ortadaki tatlı masasına gidip otuz çeşit tatlıdan birkaçını seçip yedik. Arzu edenlere sade kahve getirildi.

Namaz kılanlar, yandaki salona serilmiş seccadeler üzerinde ibadetlerini eda ettiler. Yemek esnasında genç hanımlardan müteşekkil bir hânende ve sâzende (okuyanlar ve çalanlar) grubu ilahiler okudu.

Orada lüks, ihtişam, şaşaa, debdebe hâkimdi. Binbir gece masallarındaki gibi. En nefis yemekler, güzel nağmeler, renkler, ışıklar şahane bir dekorasyon…

Fatih’te Doktor Ali Çetin bey dostumuzun iftarına giderken Malta Çarşısı civarındaki Başağa sokağında iki lokantanın vitrinlerinde “üç kap yemek 2,5 lira” yazısını okumuştum. Bir yanda 130 liraya yemek, öte yanda 2,5 liraya.

Ali Çetin beyin yemeğinde ulemadan

Emin Saraç Hocaefendi

de bulunuyordu. Gece evime dönerken beni Fatih Cami-i Şerifi’nin avlusuna götürdü. Aman ya Rabbi, o kutsal mâbedin etrafı panayıra dönmüştü. Kokoreççiler, köfteciler, turşucular, salaş kahveler, macuncular, ıvır zıvırcılar…

Bundan altmış yetmiş yıl önce İstanbul yemyeşil bir şehirmiş. İmar planları yapılırken gelecekte de o yeşilliklerin korunması düşünülmüş. Kötü idareler, rant hırsı zamanla bütün yeşil sahaları yok etmiş, şehir bir beton sahrası haline dönüştürülmüş. Şimdi nefes alacak yeşillik, park, bahçe yok. Sadece bir cami avluları kalmış.

Fatih Camii avlusundaki panayırdan hiç memnun olmadım. Kuzguna yavrusu şahin görünürmüş. Bendenize itiraz edenler çıkabilir. Böyle yerler ciddî, haysiyetli, şehir kültürlü, uzman bir bilirkişi heyetine gösterilsin, onlar “Güzel olmuş” derlerse ben de fikir değiştiririm.

Fatih Sultan Mehmed veli bir padişahtır. O’nun ruhaniyetinin rahatsız olacağı şeylerden kaçınılmalıdır. Zaten, Ayasofya dolayısıyla tepemizde lânet karabulutları dolaşıyor.

Osmanlılar zamanında Beyazıt Camii avlusunda da bir Ramazan Çarşısı kurulur, sergiler açılırmış. Bununla ilgili yazılar okumuştum. Nadide tesbihler, Şam kumaşları, elişi sanat ve zenaat eserleri, bunların yanında pek nefis, pek kaliteli yiyecek maddeleri falan bulunurmuş.

Kültür yozlaşması dolayısıyla ülkemiz maalesef bir gecekondu respublikası haline geldi. Elbette Ramazan çarşıları kurulacak, elbette Ramazan faaliyetleri yapılacaktır. Buna itirazımız yoktur. Ancak yapılan herşeyin mutlaka kaliteli olması gerekir. Bu şehir iki büyük cihan imparatorluğuna başkentlik etmiştir. Doğu Roma’ya veya Bizans’a ve Osmanlı’nın Devlet-i Ebed-Müddetine. Biz bugünkü İstanbullular bu iki devletin mirasına sahibiz. Her faaliyette olduğu gibi Ramazan hizmet ve faaliyetlerinde de popülizmden, ucuzculuktan, işporta zihniyetinden salaşlıktan, varoş kültüründen uzak durmamız gerekir.

Halk böyle istiyormuş… İsteyebilir. Halkın eğitilmesi, terbiye edilmesi, seviyesinin yükseltilmesi gerekir. Halk öyle veya böyle istiyor diye kalitesizliğe, salaşlığa, bayağılığa izin verilmesi yanlıştır.

Bizi, düzenin eğitimi bu hale getirmiştir. Millî eğitim diyorlar, neresi millî bu eğitimin. Her yeri okul binaları ile donattılar, on milyonlarca çocuğu okuttular. Kaliteye, keyfiyete hiç önem verilmedi. Burası Türkiye, buradaki resmî dil Türkçe ve bizim eğitimimiz genç nesillere doğru dürüst edebî Türkçe bile okutamadı. Genç nesillere sanat zevki ve estetik boyutu kazandıramadık. Eğitimdeki, kültürdeki yozlaşma dolayısıyla ülke bir uçtan öbür ucuna bir çirkinlikler meşheri haline geldi. Eğitimimiz bilgi ve kültür veremediği gibi ahlâk ve karakter terbiyesi de veremedi. Para en büyük değer ve put haline getirildi. Eğitimciler! Genç nesiller sizin eserinizdir, iftiharla seyr edebilirsiniz…

Zavallı Türkiye bir yozlaşmalar diyarı haline geldi. Kirlenmeden, dominant/hakim unsuru teşkil eden Müslümanlar da paylarını aldılar. Onlar da hep kemmiyet (kelle sayısı, miktar, çokluk) üzerinde durdular, Keyfiyet üstünlüğünü düşünmediler. Sonunda İslâmî hareket de dejenere oldu.

1950’li, 60’lı yıllarda yarım asır sonra Türkiye Müslümanlarının bugünkü duruma düşeceğini düşünmem, hayal etmem bile mümkün değildi. Benim neslim ulvî ümitler ve hayallerle yetişti. Müslümanlar çocuklarını okutacaklar, bunlar ileride hayırlı hizmetler edecekler, devleti, halkı, vatanı yücelteceklerdi.

Merhum Üstad Necip Fazıl ne kadar doğru söylemiş…

“Biz kırk sene boyunca ellerimizi ağzımıza siper ederek nefeslerimizle bir küfür buzdağını erittik ve sonra bir de baktık ki, korkunç bir çamur deryası içinde kalmışız…”

Bundan kırk elli yıl önce milliyetçilerle dindarlar arasında ayrılık gayrılık yoktu. Birbirine rakip ve düşman gözüyle bakan İslâmcılar ve Milliyetçiler diye iki kamp mevcut değildi.

Merhum Erol Güngör’ü düşünüyorum. O hem iyi bir Müslümandı, hem de samimî ve dürüst bir milliyetçiydi.

Mukaddesata en ufak bir saygısızlığı yoktu. Bir de şimdiki duruma bakalım: Birtakım İslâmcılarla, birtakım Türkler birbirine düşman gözüyle bakıyor.

Ben bir Müslüman olarak elbette ideolojik mahiyette bir nasyonalizmi kabul etmem. Lakin Türkiye’nin ve Türkiyelilerin yücelmesini isteyen bir milliyetçiliği de dışlamam. Yeter ki, bu milliyetçilik İslâm’a karşı olmasın, onda dinimize aykırı taraflar ve hedefler bulunmasın.

Zihnimdeki sorulardan biri şudur: İstanbul ne olacak, İstanbul nasıl düzelecek? Cevabı olmayan sorular. Gözlerini rant hırsı bürümüş birtakım çeteler İstanbul’un nüfusunu yirmibeş milyona çıkartacak işler yapıyor. Yeni köprüler trafiği rahatlatmak için değil, nüfusu ikiye katlamak içindir…

Kocaeli yarımadasının İstanbul tarafındaki boş araziyi, çalılıkları, dereleri tepeleri, ormanları yapılaşmaya açmak için çalışıyorlar. Birileri o bölgelerde çok ucuza büyük araziler edinmiştir. İstanbul bu kadar nüfusu kaldırmaz… Türkiye bu kadar büyük bir İstanbul’un yükünü çekemez…

Ülkemizin doğusu planlı, kasıtlı, maksatlı bir şekilde boşaltılmaktadır. İleride bu bölgeye başka nüfuslar getirilmek mi isteniyor? İstanbul’daki yapılaşma hızla, hummalı bir şekilde sürdürülüyor. Zelzelelerin ne zaman geleceği bilinmez ama büyük zelzele yaklaşıyor. Yedi şiddetinde bir depremde bu şehrin hali ne olacaktır? Rantçılar, popülist politikacılar bunu düşünmüyor.

Yiyicilik âleminde yeni bir kelime çıkmış: Mama… Rantçılar, hortumcular, ihalelere fesat karıştıranlar, saçı bitmedik yetimlerin haklarını yiyenler, kravatlı eşkıya şimdi mama peşinde… Onlar mama mama diyerek her haltı yerler. Pis domuzlar, pislikler!.. Allah belalarını versin!

Etkinlikler ve şenlikler çarşısındaki dükkanları birtakım fırkacı ahlâksızlar kiralamışlar, sonra bunu esnafa, iş sahiplerine, üzerlerine üçmilyar lira kâr koyarak devr etmişler. Bu yolsuzluk ve ahlâksızlık, skalanın en alt derecesidir. Büyükler, ciddî hırsızlar götürünce doların milyonu ile götürüyorlar. Büyükler üç milyara falan tenezzül etmezler. Onlar kibar ve birinci sınıf fahişelerdir.

Ahlâk öyle kolay kolay düzelmez. Hırsızlık, soygunculuk, haram yeme, saçı bitmedik yetimlerin haklarına tecavüz etme kolay ve ucuz nasihatlerle önlenmez. Bu azgınlığı, bu kudurmuşluğu, bu genel kokuşmayı, bu talanı tepeden inecek bir azap önler. O azap gelince ne hırsız kalır, ne hırsızı destekleyen. Hırsızlık yapmamakla, haram yememekle iş bitmez. Hırsızları, haram yiyicileri kötülemek, onları engellemeye çalışmak gerek. Bir toplum iyiliği desteklemez, kötülüğü kösteklemezse onun tepesine umumî bir gazap ve azap gelir ve kurunun yanında yaş da yanar. Bana inanmıyorsanız kutsal metinlere bakınız, tarih kitaplarını okuyunuz.

Şehir bin türlü pislikle dolu, günah lağımları sokaklara, meydanlara taşmış, haram yeme yaygınlaşmış, bizim Kuşkonmaz Dindar beyimiz kapısını kapatıyor, ibadet ve taati ile meşgul oluyor. Şehri istila eden pislikler onu rahatsız etmiyor. Böyle bir dindar gaflet içindedir, gelecek azaptan payını alacaktır.

Kötülüklere tepki göstermeyen bir toplum iyi bir toplum değildir. Kötüleri destekleyenler iyi vatandaş değildir. Ben haram yemiyorum demekle iş bitmez, haram yiyenlere yedirtmemek için var gücünle çalışacaksın. Saçı bitmedik yetimlerin hakları yeniyor. Onlar haklarını koruyamaz, sen koruyacaksın. Aksi taktirde sen de yanacaksın, sen de belânı bulacaksın. 10 Kasım 2005