Abuziddin niçin ağlıyor
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Ocak 2019
Perşembe
Vatandaş Abuziddin çok üzgündü. Hırsından ağlıyordu, gözleri kızarmıştı, hıçkırıklarla sarsılıyordu. Ona niçin ağladığını sordum:
-Ağabey dedi, bu soygun, talan, yağma furyası beni çok üzüyor, ona ağlıyorum dedi.
Ne âsil hareket, ne soylu ağlama, ne ulvî üzüntü değil mi?
Birlikte dertleştik, bu devletin, bu ülkenin, bu halkın imkânları vicdansızca talan ediliyor.
Fil gibi yiyorlar…Bastıkları yerde ot bitmiyor… Kısa zamanda sayısız kara para zengini türemişti… Patlayıncaya, çatlayıncaya, tıksırıncaya kadar yiyorlardı… Doymak bilmiyorlardı. Bir milyon dolar götürüyorlar, bununla yetinmiyorlardı, on milyon dolar onları tatmin etmiyordu, yüz milyon dolar onların gözünde çok azdı…Bir milyar dolar…Onu da beğenmiyorlardı. Bir milyar niçin iki milyar olmasın, üç milyar olmasın?.. Ye babam ye!..
Böyle acıklı ve üzüntülü bir şekilde yarenlik ederken Abuziddin’e yeni bir ağlama nöbeti geldi. Sarsılarak, hıçkırarak ağladı, ağladı, ağladı. Bir şeyler söylüyor fakat ne dediği anlaşılmıyordu. Sonra sakinleşmeye başladı, şöyle diyordu:
-Onlar yiyor, yiyor, yiyor; bizim payımıza hiçbir şey düşmüyor. Ya Rabbi, bu kadar vicdansızlık olur mu? Evrensel insan haklarının en temel değerlerinden biri eşitlik değil midir? Niçin bu talan, bu soygun, bu yağma, bu götürme eşit bir şekilde yapılmıyor? Niçin bize de pay ayrılmıyor? Şayet Türkiye soyulacaksa eşit ve âdil şekilde soyulması gerekmez mi ağabey?!.
Abuziddin’i teselli etmek mümkün değil, acısı ve ıstırabı gerçekten büyüktü. Mademki eşitlik vardı, mademki adalet deniliyordu, o halde ona da yağmadan pay ayrılmalıydı.
Evet, talana, soyguna, yağmaya ağlayan ağlayana.
Ameller niyetlere göreymiş.
Kimi gerçekten şu devlete, şu ülkeye, şu halka acıdığından dolayı Allah için ağlıyor.
Kimisi de bizim Abuziddin’in ağlaması gibi bol bol gözyaşı döküyor.
Ağla Abuziddin ağla! Sadece sen ağlama, anan ağlasın sana…
KARABATAKLAR çok sevimli hayvanlardır. Kirlilik dolayısıyla eskiden Haliç’te karabatak yaşamıyordu. Şimdi orada da görüyorum. Haydarpaşa mendireğinde güneşlenen hayli karabatak var… Bir hafta on gün önce interneti karıştırırken resimli bir haber gördüm. Birtakım vicdansızlar zavallı bir karabatağa yarım saat çok ağır işkenceler yapmışlar. Hayvancığızın suçu göldeki balıkları yemekmiş. Yahu balık yemek bir karabatak için suç olur mu? Allah onu öyle yaratmış, rızkı ve nasibi olan balıkları yiyerek yaşayacak. Sanki balıklar, kendilerinden daha küçüklerini yemiyorlar mı?
Ehli veya vahşi hayvanlara yapılan eziyetler, işkenceler beni çok üzüyor. Birkaç ay önce nesli tükenmeye yüz tutmuş bir vaşağı öldürdüler. Haberin metnini okumadım, bir yerde bir leyleği vurmuşlar… Toplumda ne korkunç canavarlar var insan kılığında. Leyleğe nasıl kıydılar?
Kedilere, köpeklere zulmediyorlarmış…
Tavuk çiftliklerinde otuz küsur günde büyüyüp semiren o tavuklara yapılan eziyetleri görseniz, ömrünüzün geri kalan kısmında tavuk eti yemezsiniz.
Mezbahaların durumu da parlak değil. Hayvan kesilmesine karşı değilim, lâkin mutlaka merhamet olmalı, insanca olmalı.
Kızdığımız birine “hayvan!” diye hakaret ediyoruz.Ne kadar yanlış…
Öfkelenince muhatabımıza “Eşek!” diye bağırıyoruz. Merkepler ne kadar sevimli hayvanlardır. Anırtıları hoş değildir ama eşeğin de kalbi vardır, dostluğu vardır… Çile çeker, hizmet eder.
Merhum Profesör İsmet Sungur Beyin İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi yayınları içinde, hayvan hakları konusunu işleyen çok büyük bir kitabı vardır. Alıp okumanızı tavsiye ederim. Prof. Sungur Bey her sabah erkenden Yedikule’deki evinden çıkar, otomobiline biner ve taa Beyazıt’a kadar köşe başlarında, arsalarda, duvar diplerinde kendisini bekleyen binlerce kediye bakardı. Binitinin bagajı torba torba ciğerle, kedi yiyeceğiyle doluydu. Vefat ettikten sonra kim bilir zavallı kediler onu günlerce beklemişlerdir…İstanbulÜniversitesi’nin bir rektörü vardı, ismini vermeyeceğim, tahmin edeceksiniz; işte o merhametsiz adam İsmet Sungur Beyin üniversite bahçesindeki kedileri beslemesini yasaklamıştı.
Panter Emel Hanım bir ay kadar önce üzüntülü ve ağlamaklı bir sesle bendenizi telefonla aramış, İstanbul’un kedileri ve köpeklerinin öldürüleceğine dair bir duyum aldığını söylemişti. Bunun üzerine Muhterem Kadir TopbaşBeyefendiye hitaben bir yazı kaleme almıştım. Çok şükür böyle bir şey yokmuş, belediyeden açıklama gönderdiler.
Hayvanların ağızları vardır, bizim gibi dilleri yoktur. Hayvanlar sahipsiz değildir, onların Yüce bir Sahipleri vardır. Hayvanlara zulmedilen bir şehir veya ülke felâketten felâkete, uğursuzluktan uğursuzluğa, âfetten âfete, musibetten musibete uğrar. Cahiller bunların sebeplerini anlayamazlar, “ne oluyor?..” diye sorarlar.
Bazen merhametli bir insan terkedilmiş bir kedi yavrusuna yiyecek verir, bir kenara mukavva bir kutu koyar içinde kıvrılıp uyuması için. Onun bu küçük iyiliği, merhameti günahkâr şehrin felâketten korunmasına vesile olur.
Bana öyle geliyor ki, vazifeli ve müvekkel melekler zemini tutuyorlar ayaklarımızın altından göçmesin diye… Âsumanı tutuyorlar tepemize çökmesin diye…
Merhamet, merhamet, merhamet… İnsanlara merhamet, hayvanlara merhamet… Bitkilere merhamet…Sulara merhamet…Taşa, toprağa merhamet…
Resûl ne buyuruyor: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” 06 Nisan 2007