Perşembe

Aziz ve kadîm dostum Ertuğrul Düzdağ Beyefendi lütfedip faks ile merhum Üstad Reşad Ekrem Koçu’nun, 2 Mart 1973 tarihli Tercüman gazetesinde yayınlanmış

“Türk Denizcilik Tarihi Üzerine Dağınık Notlar”

başlıklı yazısını gönderdi. Yazı 16’ncı yüzyılda Osmanlı Devleti’nin, bugünkü Endonezya’nın bir kısmını teşkil eden AÇE bölgesindeki hizmetlerini, himmetlerini, cihadını bir nebze de olsa dile getiriyor.

Sık sık yazıyorum, bizim toplumumuz tarihinden, geçmişinden, atalarından kopmuştur. Bizde iki tarih vardır:Uyduruk, ideolojik, düzmece tarih…Şimdi revaçta olan budur. Bir de gerçek tarihimiz. O, üvey evlât muamelesi görmekte, unutturulmakta, horlanmaktadır.

Osmanlı’nın Açe macerasının özeti şöyledir:

Büyük Sumatra adasının (Türkiye kadar yüzölçümü var…) kuzey ucundaki Açe Sultanlığı, Hind okyanusuna çıkan Portekizlilere ve onların ardından gelen Hollandalılara karşı sadece yerli Müslümanların gücü ile karşı konamayacağını görünce, o devrin en kuvvetli İslâm hükümdarı Muhteşem Kanunî Sultan Süleyman Hân’a bir elçilik heyeti gönderir, tarih 1564’tür. Elçi heyetinin Sultana ve Halife hazretlerine getirdiği nâmede:

-Açe Sultanlığı, Sumatra ve Cava adalarının ve etraflarındaki bütün adaların Osmanlı İmparatorluğu’na katıldığını beyan eder ve Sultan Süleyman bin Selim Hân hazretlerinden bu ülkeleri korumasını ister… denilmekteydi.

Elçilik heyeti, Sumatra’dan İstanbul’a iki senede gelebilmişti. Payitahta vasıl olduğunda, Kanunî son seferi olan Zigetvar seferindeydi. Mâlûm olduğu üzere, o seferde vefat etmiş, yerine oğlu II. Selim geçmiştir. Devletin idaresi Vezir-i Azâm Sokollu Mehmet Paşa’nın elindeydi. Sokollu Paşa, merhum Padişahın cenazesiyle İstanbul’a geldi ve yeni Sultan ile birlikte Açe elçilik heyetini kabul etti.

O günün imkânlarıyla ulaşılması çok güç ve zor olan Endonezya’daki Müslümanlara bir miktar asker, gemi, silâh göndermenin büyük faidesi olmayacaktı. Top yerine, yerinde top dökecek ustalar gönderilmeliydi. Barut yerine, barut yapmasını bilen ustalar gönderilip, cephane orada üretilmeliydi. Gemi yerine, gemi tersanesi kuracak ve gemi inşa edecek ustalar ve işçiler gönderilmeliydi.

Bütün bunlar yapılıncaya kadar da, bir miktar sipahi ve yeniçeri ile top, barut, diğer lüzumlu malzeme gönderildi. Kafilede ayrıca şu kişiler bulunuyordu:

1. İlkokuldan en yüksek dereceli medreselere varıncaya kadar ehliyetli öğretmenler,

2. Uzman topçular ve top döken ustalar,

3. Uzman barutçular,

4. Gemi mühendisleri ve dülgerleri,

5. Baruthane, tophane, tersane yapmada uzman mimarlar,

6. Hekimler,

7. Hattatlar,

8. Kuyumcular,

9. Nakkaşlar, minyatürcüler,

10. Yol mühendisleri,

11. Su yolcular…

Bu büyük kafile Açe’de iki sene kalacaktı ve bu müddet esnasında yerli Müslüman gençlerden adam yetiştireceklerdi. İki yıl sonra, kendilerini oraya götüren donanma ile Türkiye’ye döneceklerdi. Sadece askerler, sipahi ve yeniçeriler eğer isterlerse, Sumatra’da ve Cava’da yerleşip kalabileceklerdi.

Bu büyük kafileyi Sumatra’ya götürmeye, Osmanlı Devletinin Kızıldeniz amirali Kurdoğlu Hızır Reis vazifeli kılındı. Emrindeki donanma, 19 kadırgadan, bir o kadar da nakliye gemisi, kalyon ve saireden meydana geliyordu.

Hızır Reis, donanmanın sevk ve idaresini, Hind okyanusunda yıllarca dolaşmış, o bölgenin her yerini iyi bilen Mahmud Reis’e bırakmıştı.

Türk donanması Açe’ye gelince, Portekizliler uzunca bir müddet o civara yaklaşamadılar.

İstanbul’dan bir ferman da, Portekiz Krallığına yollanmış, Sumatra, Cava ve civarındaki adaların Türkiye’ye katıldıkları bildirilmiş, oraların artık Türkiye suları olduğu, buralara yapılacak bir saldırıya karşılık doğrudan doğruya Portekiz kıyılarının vurulacağı yazılmıştı.

Kurdoğlu Hızır Reis, iki sene sonra Türkiye’ye selâmetle dönmüştü.

Sokollu Mehmed Paşa, ilk fırsatta Akdeniz’le, Kızıldeniz arasında Süveyş kanalını açmak niyetinde idi. Böylece Osmanlı donanması Hind okyanusuna, Sumatra ve Cava’ya açılabilecekti. Ne yazık ki, bu proje gerçekleşemedi.

Atalarımızın yelkenli gemilerle ulaştıkları uzak bölgelere ve beldelere, bugün bizim hayallerimiz bile ulaşamıyor.

Açe’de hâlâ Türkler varmış, o bölgede bağımsızlık için çarpışanlar varmış. Bayraklarını gördüm, kırmızı zemin üzerine ay-yıldız…Bizimkinden farkı, üstte ve altta birer uzun beyaz çizgi bulunması…

19’uncu asrın ortalarında İngiltere hükümeti, Güney Afrika’daki Müslümanları dinî bakımdan irşad etmesi için Hilâfet merkezi İstanbul’dan bir hoca ister. Osmanlı Devleti, ulemadan Bağdatlı Ebubekir Efendiyi gönderir. Ebubekir Efendi önce Londra’ya gider, oradan hem yelkenli, hem buharlı bir gemiyle kırk bir günde Güney Afrika’ya ulaşır. Ebubekir Efendinin gönderdiği mektuplar, o devrin muteber dergisi “Mecmua-i Fünûn”da, “Ümit Burnu Mektupları” başlığıyla yayınlanmıştır.Bundan kırk küsur sene önce, onları okurken Gazi Sinan Paşa’nın, ekvatorun altındaki Mozambik’te bir cami yaptırtmış olduğunu öğrenmiştim. Atalarımız gerçekten çok büyük, çok himmetli, ufukları çok geniş insanlarmış.

Habeşistan da bir vakitler Osmanlı idaresine tâbi imiş…

Turing ve otomobil kurumu eski başkanlarından Reşit Saffet Atabinen’in 1944 yılında, Macaristan’da yayınlanan Fransızca bir dergide çıkan bir makalesinde, Türk denizcilerinin 16’ncı asırda Atlantik’e açıldıklarını, İngiltere sahillerine yakın bir adada yirmi sene kadar hüküm sürdüklerini okumuştum.

Ecdadımızın himmetlerini, hizmetlerini, cihadlarını okusak belki ibret alır ve düzeliriz.

Kanunî SultanSüleyman, yüz-yüzelli bin kişilik ordularla Orta Avrupa’ya kadar gidermiş de; o muazzam ordu onca top, at, deve, öküz, koyun sürüleri, malzeme ile geçerken, ekili bir tarladan bir tutam ekin kopartılmaz; bir bahçe, bir bağ, bir bostan çiğnenmezmiş. Padişahın, Ruznâme (günlük) defterlerinden birinde şöyle bir cümle yazılı olduğunu Harold Lamb’ın “Muhteşem Süleyman” adlı kitabında görmüştüm:

“Bugün , mezru (ekili) arazîde atını otlatan bir sipahiyi idam ettirdim…”

Zamanımızın birtakımMüslümanları, bazı Din Baronlarını “Erbab” haline getirmekten, onların etrafına toplanmış olan birtakım zavallıları, onların büyüklük, keşif, keramet, hikâye ve menkıbeleriyle oyalayıp uyutmaktan vazgeçsinler de; selâtin olsun, hülefâ olsun, ulemâ olsun, evliya olsun, mücahidîn olsun geçmiş asırlardaki gerçekten büyük, gerçekten örnek, gerçekten model olan ecdad-ı kiramımızın yaptıklarını okutup öğretsinler. (Gerçek ulemâyı, meşâyihı, kâmil mürşidleri, sülehâyı tenzih ediyorum. Onların ellerini hürmetle öper, dualarını beklerim.Bu gibi büyük zevat büyüklenmez, kibirlenmez, gururlanmaz, tafra ve caka satmaz; Müslümanlardan para toplamaz. Onlar Allah’a dönüktürler. Duaları üzerimize sâyeban olsun. Âmin.) 28 Ocak 2005