Pazartesi

Gerçeklerin bir kısmı açıktadır, ortadadır; bir kısmı ise çok gizlidir, saklıdır. Bazı gerçekler ise açıktadır ama herkes onları göremez, bilemez, anlayamaz. Gerçeğin açıkta, ortada olmasıyla iş bitmez, onu görecek göz, işitecek kulak, anlayacak akıl, zekâ ve kavrayış bulunması gerekir.

Ülkemizle, devletimizle, geleceğimizle ilgili yığınla bilgi ortadadır, açıktadır, gün ışığı altındadır ama halk bunları göremiyor. Bırakın halkı, yüksek tabaka da bilmiyor.

Diyelim ki çok önemli bir gerçek, bir kitabın 121’inci sayfasıyla 137’nci sayfaları arasında güzelce anlatılıyor. Kitaptan 1200 adet bastırıldı. Bunun 800’ü satıldı. Satın alanların 500’ü kitabı okumadılar, bir kenara koydular. 300 kişi okudu, acaba bunların tamamı o sayfalardaki gerçeği anlamış ve öğrenmiş midir? Hiç hayalperest olmayın. Bence 30 kişi bile anlamamıştır.

28 Şubat 1997’den bu yana kaç yıl geçti? O tarihte sahnede ve sahne ardında neler olmuştu? Bu konuya dair bir yığın kitap yazıldı, binlerce köşe yazısı kaleme alındı. Lakin gerçekleri bilen kaç kişi çıkar şu yetmiş milyonluk kalabalık içinden?

Birkaç seneden beri ülkemizdeki Yahudi tesiri ve nüfuzu çok artmıştır. Bu konuyla ilgili kitaplar, ilmî makaleler, röportajlar yayınlanmıştır. Araştırıcıların bunları bir araya getirmesi, incelemesi, tahliller yapması ve sonra derli toplu raporlar halinde halka ve aydınlara sunması gerekir. Aksi takdirde hakikat parçaları dağınık kalacak ve insanlar bunları öğrenemeyecektir.

Türkiye Yahudi cemaatinden bazı güçlü kişiler, birtakım AKP’lilerle çok sıkı, çok samimi bir işbirliği içindedir. Bu Yahudiler kimlerdir, onlarla işbirliği yapan AKP’liler kimlerdir?

Türkiye’yle ilgili çalışmalar yapan İsrailli bir Yahudi “Türkiye, İsrail için ABD’den sonra ikinci önemli ülkedir” diyor. Gizli bir raporda mı? Hayır. Bu cümleyi açıkca söylemiştir, yayınlanmıştır. Fakat kaç kişi okumuş, kaç kişi üzerinde durmuştur?

Türkiye Müslümanlarının siyasî tercihleri doğru, isabetli, hayırlı tercihler midir? Müslümanlarda şu fikir hakimdir: “Ben Müslümanım, doğru düşünürüm, benim tercihim doğrudur ve haklıdır…” Bu bir kuruntudur, Müslümanlar yanılmazlar mı, yanlış tercihleri olmaz mı. Pekâla olabilir.

Türkiye iyiye mi gidiyor, kötüye mi gidiyor? Gerçekler ortada ama, her kafadan başka ses çıkıyor. İnsanlar peşin hükümler veriyorlar.

Bizde bir devlet var, bir de Derin Devlet. Son söz Derin Devlete ait. Peki Derin Devlet nedir? Ne olduğunu pek bilen yok. Görünmüyor ama, tesiri hissediliyor. Bir vurdu mu, tam vuruyor.

Enflasyon tek rakama inmiş. Sıfırlansa ne olacak?.. İç ve dış borçlar ikiyüz elli milyar dolara ulaşmış, devlet bütçesi bunların faizini ödemeye yetmiyor. İşsizlik yüzde yirmi. Adam bunları düşünmüyor, “Yaşasın, enflasyon tek rakama düştü, Türkiye kurtuldu” diye zil takıp oynuyor.

Türkiye’nin kurtulması için öncelikle, kokuşma denilen belâ bataklığının kurutulması gerekir. Kokuşma kurutuluyor mu, yoksa devam mı ediyor? Bir sürü aç köpek ihalelere fesat karıştırarak, yüzde on komisyon alarak, bin türlü dalavere çevirerek devleti ve belediyeleri soymaya uğraşıyor. Neymiş,Uzan’ların üzerine gidilmiş. Uzan’lara yapılanlar, hamamın namusunu kurtarmak kabilinden bir iştir. Sen genel kokuşmaya karşı topyekûn bir harekete geçebiliyor musun, geçemiyor musun?

Bir ülkenin eğitim sistemi yetersiz, başarısız, çağdışı, millî kimliğe zıt bir sistemse, o ülke batmaya mahkûmdur. Bizdeki eğitim, genç nesilleri iyi Türkiyeliler olarak yetiştirebiliyor mu? “Ey öğretmenler, ey eğitimciler! Genç nesiller sizin eserinizdir…” Geliniz hep birlikte şu memleketteki genç, orta yaşlı, yaşlı nesillerin haline bakınız. Bunlar eğitim sisteminin eserleridir.

Biz Türkiyeliler halimizi bilmiyoruz, mazîmizi ve istikbalimizi de bilmiyoruz, konuşup duruyoruz, bol bol hüküm veriyoruz. Bir kısmımızın ak dediğine, öbür kısmımız kara diyor; bir şeye kimimiz iyi diyoruz, kimimiz kötü. Birilerinin gözünde gerçek ve doğru olan şeyler, ötekilerinin gözünde yalan ve yanlış oluyor.

En objektif hakikatlerde ve doğrularda bile ittifak edemiyoruz.

Birileri bizimle kedinin fareyle oynaması gibi oynayıp duruyor.

Hepimiz Türkiye denilen bir ülkede, bir vatanda yaşıyoruz; bir geminin yolcuları gibiyiz. Çeşitlilikler, farklılıklar olması tabiidir ama, esasta birlik ve beraberlik içinde bulunmamız gerekir. Öyle miyiz? Bu memleketi babalarının çiftliği gibi idare etmek isteyen iç emperyalistler; bizi Türk, Kürt vs. SünniAlevi, sağcı solcu, ilerici gerici, dinci lâik, şucu bucu diye bir sürü kampa, kesime ayırmışlar. Biz birbirimizle çekişip tepişirken, onlar malı götürüyorlar. Halkın bir kısmı ayda birkaç yüz milyon lira kazanamazken, “böl, parçala ve hükmet…” makyavelist ilkesiyle ensemizde boza pişirenlerin bir kısmı ayda on, yirmi bin dolara para demiyor.

Unkapanı ile Tahtakale arasındaki Küçükpazar semtinden geçerken iki lokantanın kapılarında ilanlar gördüm: “Kuru fasulye ve pilav 1 milyon 200 bin TL” diye yazıyordu. Bir kısım halk bu kadar ucuza yemek yiyemezken, mutlu ve putlu bir azınlığın para babaları, adam başına yüzelli dolara bir öğün yemek yiyorlar.

Adam doktor, mühendis, avukat veya bilgisayar uzmanı. Yüksek tahsili var ya, kendini her şeyi bilir sanıyor. Siyaset konusunda atıyor, tutuyor, mangalda kül bırakmıyor. Be mübarek, senin bir ihtisas (uzmanlık) sahan var. Ancak o sahada (o da ehliyet ve liyakatin yeterliyse) konuşabilirsin. Siyaset doktorluktan, mühendislikten, hukuktan daha zor, daha fazla tecrübe, birikim ve bilgi isteyen bir uzmanlıktır.Herkes bu konuda nasıl rahatça konuşabilir, anlamak mümkün değildir.

Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra particilik başladı, bir ara İttihadçılarla İtilâfçılar çekişip durdular. Onlar çekişirken imparatorluk battı.Millî Mücadeleyi müteakip kısa bir çoğulculuk devresinden sonra, CHPtek parti saltanatı başladı. 1945’te çok partili sisteme geçildi, 1950 ile 1960 arasında Demokratçılarla Halkçılar birbirlerini yediler, 27 Mayıs ihtilâli yapıldı; ülkenin, milletin, devletin canına okundu. Ondan sonra bir yığın parti kuruldu, halkın büyük kısmı futbol kulübü tutar gibi parti tuttu. İki konuda, din ve siyaset konusunda herkes işkembe-i kübrasından konuştu, attı, tuttu. Nihayet bugüne geldik. Yıl 2004 … 2005, 2006, 2007’yi bekleyiniz. Dananın kuyruğunun koptuğunu göreceksiniz. Üst üste bir sürü küp dizmişler, en alttakini çekmişler, seyredin siz gümbürtüyü.

Her yer toz duman içinde. Böyle bir ortamda gerçekleri kim görecek, kim anlayacak?.. 02 Mart 2004