Pazartesi

 

Pazar günü Büyükada’ya gidip biraz hava almak istedim. Yanıma birini aldım. Saat on otuz vapuruna yetişmek için Sirkeci’ye tramvayla gittik. Aaa iskele bomboş. Meğerse Ada vapuru artık Kabataş’tan kalkıyormuş. On dakika vakit kalmış, acaba yetişebilir miyiz? Bir taksi şoförü “Kabataş…” diye bağırıyor. İçinde iki kişi var, biz de atladık, Kabataş’a yetiştik. Bir de gemiye girdik ki, oturulacak mahaller dolu, ayakta da bir sürü yolcu var. Gemideki levhada “Yaz aylarında azamî (en fazla) yolcu sayısının 1500” olduğu yazılı…

Bir kenara dikildik, gemi önce Kadıköy’e uğrayacak, oradan da yolcu alacak… Sanki yer var… Haydarpaşa’da iki mendirek var, biri Sultan Abdülhamid zamanında, biri Cumhuriyet devrinde yapılmış. Hamidî mendirek martı, karabatak dolu. Üç dört tane balıkçıl kuşuna benzer kuş da gördük.

Kadıköyüne geldik. Kapılar açıldı ve oradan da kalabalık bir yolcu grubu gemiye doldu. Yer yok… Koltuğunda küçük bakımlı bir köpek olan yaşlıca bir vatandaş kaptana bağırıp çağırmaya başladı. Ne dediğini yukarıdaki camın ardından anlamadım ama “Böyle rezalet olmaz, bu gemiye bu kadar yolcu alınmaz, bu ne biçim hizmettir…” diye bağırdığından eminim. Başka ne söyleyecekti ki. Herhalde “Havalar iyi, sizinkiler ne yapıyor?” demiyordu. Güvenlik görevlileri adamcağızı yatıştırmaya çalıştı.

Vapur kalktı. Moda burnunu dönerek Ada istikametinde gidiyoruz. Ya Rabbi, İstanbul ne kadar betonlaşmış ve çirkinleşmiş… Zina ve bina medeniyeti bu güzel şehri kanser gibi yemiş bitirmiş. 1940’lı yıllarda yandan çarklı vapurlar Galata köprüsünden kalkar, Kadıköy, Moda, Fenerbahçe… bütün Anadolu sahilindeki iskelelere uğrayarak yolcu taşırdı. Bu eski zaman gemileri çok sevimli idi. Bazıları onlara, çarkların çıkardıkları seslerden dolayı “Pat Pat” derdi.

Kınalıada’ya yanaştık. Sultanahmet’ten, o adanın televizyon ve daha bilmem ne antenleriyle ne kadar çirkinleştiğini görüyorum. Bu antenler insanlara, hayvanlara, bitkilere zarar veren titreşimler ve radyasyonlar yayıyormuş… Burgaz, Heybeli… ve nihayet Büyükada. Gemide iken kendimi 1940’ların, 50’lerin İstanbul’unda sandım, her tarafta yüksek sesle Rumca konuşuluyordu. Paskalya tatili münasebetiyle komşu Yunanistan’dan akın akın turist gelmişti. Eskiden Adalarda hayli Rum otururdu. Belki de onların çocuklarıydı gelenler. “Kala kala… Ohi… Efharisto poli…(Birinin cep telefonu çalıyor) Aristi… Kalimera… Kalispera…” Heybeliada’ya çıkan Rumlar belki de tepedeki Ortodoks Ruhban okulunu ziyaret edecekler. Acaba Yunanistan’a gidip de oradaki eski ve harap bir medreseyi veya tekkeyi ziyaret eden Müslüman Türk var mıdır?

Evden saat 10.00’da çıkmıştık. Büyükada’ya vardığımızda 12.00’yi geçmişti. Sabah kahvaltı etmemiştik. İskelenin sağ tarafındaki yoldan biraz yürüdük, on sene kadar önce yemek yemiş olduğum Konak lokantasını bulduk. Yemekleri güzel, fiyatları makul, içkisiz, oldukça büyük bir lokanta. Yemek çeşidi o kadar çok ki, seçimde zorlandım. Karnımızı doyurduktan sonra civarda biraz dolaştık. Ezana fazla vakit yoktu. Öğle namazını Hamidiye Camii’nde kılacağız. Bir eskici dükkanı bulduk ama satın alacak enteresan bir parça göremedim.

Ezan okundu, camiye gittik. Sağlı sollu iki merdivenle çıkılan asıl camiyi bırakmışlar, zemin katında düzayak bir salon yapmışlar, ibadet orada yapılıyor. Kapıyı açtım, içeriye girdim. O ne! Sadece altı kişi vardı. Cıvıl cıvıl hayat kaynayan, gemilerin salkım sepet yolcu taşıdığı Büyük Ada Camii’nde öğle namazında sadece altı kişi… Onlar da fakir halktan kişiler. Güzel giyimli, gençten kimsecikler yoktu. Her neyse namazı kıldık…Camiin karşısında Adalar Müftülüğü, avluda Diyanet Vakfı Adalar şubesi…

Adalarda beş cami var. Acaba bu sayfiye (yazlık), hava alma, havalanma bölgesinde dinî faaliyet yapılabilir mi? Böyle bir hizmet plan ve programını kimler yapacak, kimler uygulayacak?..

1960’lı yıllarda Büyükada’nın lüks Nizam bölgesindeki yüksek tabakaya mensup çağdaş Müslüman hanımlar, çan seslerinden bıkmışlar, burada bir cami olsun, ezan sesi işitilsin deyip küçük bir cami yaptırmışlardı. Projesini bir Rum mimarın çizdiği, minaresi pencerelerle dolu garip ve küçük bir yapı. Bizim çağdaş hanımlar camiyi yaptırdılar ama daha sonra ezan seslerinden rahatsız oldulardı. Gerçi, bu “rahatsızlıkta” suç sadece onlara ait değildi. İnşaat biter bitmez minareye bir sürü hoparlör takılmış ve bu âletler sabahın köründe sonuna kadar açılıp ezan okunmaya başlamıştı.

Namazdan sonra Nizam’a kadar yürüdük. Köşkleri seyrettik. Çelik Gülersoy, iyice eskimiş ve dökülmüş olan ada faytonlarını tâmir ettirmiş, yeniletmiş. Biz Nizam’a giderken faytona binmedik, dönüşte araba ile döneriz dedik ama onu da bulamadık. Biraz yoruldum ama epey yürüdüm. İnsan sağlığını korumak istiyorsa temiz havada her gün en az beş-altı kilometre yürümeliymiş. Koşmaya lüzum yok, hızlı yürüyüş yeterli. Uzun müddet koşmak sağlığa, bilhassa kalbe zararlı. Nizam yolunda orta yaşlı bir adamcağız gördük. Elinde pet bir su şişesi koşuyor. Yüzü mosmor olmuş, gözleri ve yüz hatları bir acayip hal almış, koşuyor koşuyor. İmkânım olsaydı onu ambulansla evine veya hastahaneye gönderirdim.

Heybeliada’ya uğradığımızda 60’ını geçmiş bir zat deniz otobüsüyle vapurun etrafında dolaşıp durdu. Eskiden böyle şeyler yapılmazdı. Yeni yeni neler çıktı.

Nizam’a giderken yol kenarında kahve veya çay içeçek bir yer aradı gözlerim. Yok… Bir yerde oturduk, gazoz içtik. Yeni gazozların içinde tabiî bir şey yok. Kimya kimya kimya… Eskiden Olimpos gazozu vardı, ne kadar lezzetli idi.

Eyvah saat 15.00’e on kalmış, acaba 15.30 Bostancı vapuruna yetişebilir miyiz? İnşaallah… Yorulmuşum, aheste beste yürüyerek yine de yetiştik. Ne yazık, iskele civarındaki kafelerden birinde limonlu çay veya sütlü neskafe içemeyeceğim. Bir dahaki sefere… Acaba gelir miyim?

Vapura bindik, yine kalabalık var ama sabahki kadar değil. Bir yerde yer bulup oturduk. Bostancı’dan trene bindik. Haydarpaşa… Dev istasyon binasının önündeki küçük, zarif, sanatlı vapur iskelesi binasının içi tâmir ettirilmiş, güzelce boyanmıştı. Kısa zamanda bozulmuş, kartonpiyerler yer yer düşmüş, boyalar kabarmış, viraneye dönmüş… Buraya bakan yok mu? Yolcular içinde hayli turist vardı. Yanımdaki aile Almanca konuşuyordu. Böyle mutena bir yerdeki vapur iskelesinin daha temiz, daha bakımlı, daha derli toplu olması gerekmez mi?

İskelenin, gemilerin yanaştığı ön cephesinde çini üzerinde yazılmış eski yazı ile iki adet “Haydarpaşa” levhası var. İlk konulan sanatlı levhalar alfabe devriminde herhalde Vandallar tarafından kırılıp tahrip edilmiş, bunlar sonradan yapılmış. Yazıları son derece çirkin ve zevksiz. Bunların yerine iyi bir hattata sülüsle Haydarpaşa yazdırılıp çiniye geçirilse ve oralara bunlar takılsa iyi ve güzel olmaz mı? Kim yapacak? İskelenin Gar binasına bakan arka tarafındaki giriş kapılarının üzerinde “Birinci Mevki”, “İkinci Mevki” yazıları son derece düzgün ve güzel. Çünkü onlar iskele yapılırken, inşa edilirken yazılmış. İyi ki, hoyrat eller onları da kırıp tahrip etmemiş. Gemiye bindik, Karaköy’e gidiyoruz… Karaköy’de yeni bir börekçi açılmış. Oradan ikindi çayı için bir şeyler aldım, tramvaya binmek için alt geçitten geçerken sergiden iki de kitap… Sultanahmet tramvayı lebaleb dolu. Eminönü ve Sirkeci’de balık istifi oldu yolcular. Ayakta duruyoruz, benim yerim yakın. Yanımdaki kibar bir bey beni tanıdı, ayakta seyahat ettiğime üzüldüğünü söyledi. “Ben üzülmüyorum, genç birinin yer vereceğini de sanmıyorum ve ümid etmiyorum. Zaten çok şükür sağlığım yerinde, oturmam gerekmez” dedim.

Eskiden gençler ve çocuklar yaşlılara, hanımlara yer verirlerdi. Bu adet ve görgü tarihe karıştı. Bin zahmet Sultanahmet’e geldik, yolcular inmeden bekleyenler hücum etti, zorla dışarıya çıkabildik. Sultanahmet meydanı ana baba günü, Turistler, yerliler, açık saçıklar, çarşaflılar ve neler neler…

Oh eve geldik. Kapıyı arkadan kapattım. Şimdi limandayız. Bir daha pazar günü, hele Paskalya mevsimi Ada’ya gitmeyeceğim.

(Not: Büyük Ada’dan karşı sahildeki tepelere bakılınca İstanbul’un ne korkunç bir yapılaşma istilâsına ve talanına uğradığı anlaşılıyor. Tepenin biri zirvesine kadar eciş bücüş evlerle dolu, bitişikteki tepede henüz biraz yer kalmış, o da bu yaz dolar… Bu şehirde imar, şehircilik, medeniyet kalmamış. Yetmiş üç milyonluk ülke halkının yarısını İstanbul’a ve Kocaeli yarımadasına dolduracaklar, Anadolu’nun nice yerini bomboş edecekler… Artık oralara Ermeni nüfus mu gelir, Rum nüfus mu bilmem… Birtakım çeteler ve mafyalar Kocaeli yarımadasının İstanbul’a yakın bölgelerini, meselâ Şile ile Gebze arasını yağmalayıp yapılaşmaya açmak için hazırlık yapıyor. Bu işte yüz milyarlarca dolarlık rant var… Allah belâlarını versin!) 10 Nisan 2007