Perşembe

 

Bir insanın aydın, seçkin, vasıflı, üstün, haysiyetli bir vatandaş olabilmesi için onda mutlaka bulunması gereken bazı hasletler vardır ve onlardan biri de adalettir. Böyle bir kimse adalet taraftarıdır, adalet ister, adalet için çalışır. Sadece kendisi için değil, herkes için, hattâ düşmanları ve karşıtları için.

Türkiye okur-yazarlarının âdil olup olmadıkları, fikir ve inanç “suçları” konusunda açıkça ortaya çıkmaktadır. Meselâ, ben, bir müslüman fikri ve inançlarından dolayı zulme mâruz kalınca üzülüp protesto edersem, fakat bir solcu zulme uğrayınca aksine zil takıp oynarsam elbette âdil olamam.

İtiraf edelim ki, bu memleketin sağcıları solcuları, ilericileri muhafazakârları, şucuları bucuları hep iki ölçülü, iki standartlıdır. İğne bize batırılınca ciyak ciyak bağırır, feryad ve protesto ederiz. Çuvaldız karşıtlarımıza batırılınca hiç sesimiz çıkmaz, hattâ bayram yaparız.

Ancaaak! Yukarıda fikir ve inanç dedim. Terörist faaliyetleri, şiddete ve vurup kırmaya yönelik hareketleri fikir ve inanç çerçevesi içinde mütalaa etmiyorum. İslâmcı da olsa,Marksist de olsa, Kürtçü de olsa bu ülkede kimsenin terör hareketi yapmaya hakkı yoktur. Bu yüzden, 12 Mart 1971 askerî hareketinden sonra idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına acımam.

Benim kasdettiklerim, şiddete ve teröre başvurmadıkları halde düşünce, görüş inançları yüzünden mağdur ve mazlum olanlardır.

Değerli yazar ve düşünce insanı, gerçekten vasıflı bir vatandaş olan Gülay Göktürk hanımefendi, içinde adalet duygusu olan, adaleti kendisi gibi düşünmeyen ve inanmayan vatandaşlar için de isteyen bir gazetecidir. Başörtüsü konusunda yazdıkları ortada. O inanan, dindar bir kimse değil ama, gerçek bir aydın olduğu için başörtülü vatandaşların haklarını koruyor, onlara destek veriyor, bu konuda yanlışlık yapanları cesaretle uyarıyor. Aydın ve seçkin dediğin böyle olmalı.

Sağlık karnesindeki başörtülü fotoğrafı yüzünden, ağır hasta olmasına rağmen hastahaneye alınmayan, tedavi edilmeyen ve hayatını kaybeden yetmiş bir yaşındaki, Çanakkale Gazisi kızı Medine Bircan hakkında en güzel yazıyı Gülay Göktürk yazdı. Peki ilerici, çağdaş, laik, solcu,Sabataist bir takım yazarlarımız ne yaptılar. Sustular… Bu susuş haysiyetli ve şerefli bir susuş muydu? Elbette değil.

Voltaire’in Rousseau’ya gönderdiği bir mektupta şöyle yazmış olduğunu bir kitapta okumuştum:

“Fikir ve görüşlerinize katılmıyorum ama sizin düşünce hürriyetinizi sonuna kadar müdafaa edeceğim.”

Hastahaneye alınmayan Medine Bircan kendi halinde sıradan bir vatandaştı. Bir halk kadınıydı. Bir Çanakkale Gazisi’nin kızı olmak şerefi bile onun baş tacı edilmesine yeter de artardı. Etliye sütlüye karışmaz, ne sağcı ne solcu biriydi. Bu milletin kadın çoğunluğuna mensuptu ve başını örtüyordu. Bu bir suç muydu? Değildiyse niçin hastahane kapısından kovulmuş, tedaviden mahrum bırakılmıştı?

Bir kimsenin böyle bir kadıncağıza böylesine bir kin beslemesi için normal bir insan olmaması lazımdır.

Bahanenin bini bir paraya. Efendim kanunlar ve nizamlar sağlık karnesindeki fotoğrafın başı açık olarak olmasını şart koşmaktadır… Kimi kandırıyorsunuz siz? Eskiden böyle bir şart var mıydı? Siz kendiniz insan haklarına, hürriyete, adalete, eşitliğe aykırı maddeler çıkartıyorsunuz ve sonra onları delil olarak gösteriyorsunuz. Bu ne biçim mantıktır?

Benim rahmetli annem bir Osmanlı zabitinin kızıydı, başı örtülüydü. Bundan onbeş sene önce Gümüşsuyu Askerî Hastahanesi’ne gider muayene olur, ilaç yazdırırdı. Ona, senin başın örtülü, senin sağlık cüzdanındaki resim başörtülü diyen çıkmamıştı. Böyle şeyler Atatürk, İnönü, Celal Bayar ve ondan sonra gelenler zamanında yoktu. Bunları Bay Alemdaroğlu ile Bayan Nur Sertel çıkardı.

Medine Bircan’ın uğradığı haksızlık karşısında gönül isterdi ki, bu memlekette ne kadar solcu, laik, Farmason, ateist, Kemalist, Sabataycı, şucu bucu aydın ve yazar varsa büyük tepki göstersinler, yasakçı ve tabucu zihniyeti ağır şekilde protesto etsinler. Yazık ki, o cepheden nâdir birkaç istisna dışında tıs çıkmadı.

Şiddete, teröre, silahlı isyana, anarşiye, mâsum insanların canına kasdetmeye bulaşmamak şartıyla vatandaşlar düşünce, görüş ve inançlarından dolayı cezalandırılmamalıdır.

Aşırı dindarlar laikliğe aykırı hareket ediyormuş… Bunlar yuvarlak laflardır, boş suçlamalardır… Siyasal İslâm devlet ve Cumhuriyet için büyük bir tehdit ve tehlike teşkil ediyormuş…Bunlar da boş kuruntulardır. Bir ülke gerçekten demokrat, hukukun üstünlüğü ilkesini benimsemiş, insan haklarına dayalı bir rejime sahipse orada Komünist Partisi de olur, İslâm Partisi de. Yanlış anlaşılmasın, ben yüce ve temiz İslâm dininin siyasete, particiliğe âlet edilmesine karşıyım. Ancak demokrasi varsa, böyle bir partinin kurulmasına karşı çıkılamaz.

Geçenlerde bir doçent hapisten çıktı. Neydi onun suçu? Kitaplar, makaleler yazıyordu. Koskoca doçent fikirleri, görüşleri, kitap ve makaleleri yüzünden zindana konuluyor. Hangi medenî ülkede böyle bir şey oluyor, görülüyor?

Demokrasi bir takım tabularla, yasaklarla, tehditlerle, sindirmelerle birlikte yürümez.

Tek başına laiklik olmaz. Önce din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti olacak, ondan sonra laiklik. Madalyonun bir yüzünde din hürriyeti, öbür yüzünde laiklik olmalıdır.

Laiklik demek ille de siyasî sistemin, yönetimin din ile kavgalı olması, dini baskı altında tutması, dindarları korkutması demek değildir.

Ayda on bin dolardan fazla maaş alıyor. 1960’lı yılların sonunda aşırı ve aktivist Marksisti, sonra demokrat, laik ve Kemalist oldu. Bir takım medya patronlarının gizli ve kirli emellerine hizmet ediyor. Milyon dolarlık bir köşkte oturuyor, su gibi para harcıyor. Tekelci bir şebekeye mensup. Halk çoğunluğuna sömürge yerlisi, zenci, parya, ikinci sınıf vatandaş gözüyle bakıyor…. Medine Bircan ölünce hiç tepki göstermiyor. Bu gibi adamlardan bu ülkeye, bu millete, bu devlete ne hayır gelir. Biraz okumuşlar ama vicdanları, adalet duyguları yok. 05 Temmuz 2002