Ah Bu Dünya
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Şubat 2019
Perşembe
Bu dünyanın fitne fesadı hiç bitmez. Birkaç gün, birkaç hafta, birkaç ay hadisesiz gailesiz geçer; insanlar hep böyle huzur içinde yaşayacaklarını sanır ve birden bir bela, bir musibet, bir felaket ansızın gelir çatar. Şu dünyada nifak, şikak, fısk, fücur, ihtilal, iğtişaş, tabiî afetler, zelzeleler, su baskınları, yanardağ patlamaları, kasırgalar, siklonlar, toprak kaymaları hiç eksik olmaz. Bir felaketin yaraları sarılır, insanlar biraz nefes alır, rahat eder; ardından bir yeni sıkıntı, zorluk, darlık kendini gösterir.
Cumartesi günü İstanbul’da iki sinagogun önünde bombalar patladı. Hayli ölen oldu, üç yüz kadar da yaralı varmış, bazısının durumları ağır ve ümitsizmiş.
Ülkemizin üzerindeki kara bulutlar bir türlü sıyrılmak bilmiyor. PKK terörü yüzünden kırk bin vatandaşımız hayatını kaybetti; burada açıklanması doğru olmayacak bir yığın hıyanet, rezalet cereyan etti. Meğerse terörün de rantı varmış. PKK teröründen istifade eden bazıları yüz milyarlarca dolar rantlanmışlar…
Dört sene önce Marmara Bölgesi’nde büyük bir zelzele oldu; kaç kişinin öldüğü bilinmiyor. Resmi makamlar ve ağızlar rakamı küçük gösteriyorlar, belki de elli bin vatandaşımız, canımız enkaz altında kaldı. Bu şiddette bir zelzele iyi idare edilen, vasıflı idarecilere sahip, medeni bir ülkede olsaydı bir iki bin kayıpla atlatılabilirdi. Bizdeki binalar çürük, betonlar çürük, kolonlar çürük; ahlak çürük, karakter çürük, vicdanlar çürük, sistem çürük… Depremin yaraları hâlâ sarılmış değil, hâlâ uyduruk kaydırık barakalarda oturanlar var. Geçen hafta bir gazetede okudum, elli yaşlarında bir kadıncağız, Gölcük’te ayakkabı boyacılığı yapan eşini ve yakınlarını kaybetmiş,hiçbir sosyal güvencesi yokmuş, parasız pulsuz, evsiz barksız kalmış, Adapazarı’na gitmiş, yatacak yeri yokmuş, sokaklarda geceliyormuş. Beri tarafta beş yıldızlı otellerde zamane dinibütünleri ihtişamlı iftar ziyafetlerinde atıştırıyorlar, tıksırıncaya kadar, patlayıncaya kadar, çatlayıncaya kadar yiyorlar. Bunlardan birine sorulmuş:
– Niçin beş yıldızlı otelde iftar ziyafeti tertipliyorsunuz?
– Bunun ıstırabını çekmediğimizi mi zannediyorsunuz a kardeş! Aradık taradık altı, yedi yıldızlı daha lüks oteller ve restaurantlar bulamadık da onun için beş yıldızlıyla yetinmek zorunda kaldık…
İzmir’de şu yakın günlerden birinde, bir facia cereyan etti. Şu mübarek Ramazan’da ruhsatsız bir diskotekte bazı gençler eğlenirlerken ansızın bir yangın çıktı, alevler dumanlar ortalığı sardı. Canlarını kurtarmak için mutfağa kaçan 9 kişi feci şekilde yandı, boğuldu.
Ramazan’ın 10’unda Konya’daydım. Meram’a doğru giderken iki katlı yanmış bir bina gösterdiler, orası da diskotekmiş. Ramazan günü eğleniyorlar, içiyorlarmış, sonra yanmış… Ne facialar, ne facialar…
Necip Fazıl’ın bir piyesindeki ahşap konak gibi Türkiye; bir katında zenginler, gençler vur patlasın eğleniyorlar, içiyorlar, fuhşiyat yapıyorlar. Bir katta anneler, babalar, teyzeler kendi hallerinde yaşıyor, yuvarlanıp gidiyor. Üçüncü katta ihtiyar dedeler, nineler namaz kılıyor, Kur’ân okuyor, tesbih çekiyor.
Bir dostumu kıramadım, lüks bir restauranttaki iftar davetine icabet ettim. Sofrada bir kuş sütü eksikti. Çorbadan önce birer ikişer lokma yenilen iftariyelikler içinde şimdiye kadar görmediğim bir dolma vardı. Ne olduğunu sordum, “kabak çiçeği dolması efendim” dediler. Bir azınlık böyle nadide, nefis, leziz, hayalin ötesinde yemekler yerken, beride ülkenin paryaları çöplüklerden ekmek ve pide artıkları toplayarak karınlarını doyurmaya çalışıyor. Bu kuru ekmeklere neyi katık yapıyorlar acaba? Sanırım göz yaşlarını…
Diyarbakır’da zengin bir zat, fakirlere milyarlarca lira zekat dağıtmış. Adam başına ikimilyon liracık vermiş. Bir kalabalık, bir izdiham, bir kuyruk olmuş ki sormayın. Zavallı, perişan, çaresiz, çileli fakir vatandaşlar, fabrikanın bahçesi önünde toplanmışlar, saatlerce beklemişler, itişme kakışma içinde iki milyon liralarını alıp gitmişler.
Şehrin adını unuttum, yoksulluk o hale gelmiş ki, bir sürü kadın “vesika” almak için mülkî makamlara müracaat etmiş. Hani şu malum resmî TC antetli kağıtla vücudunu satarak para kazanılıyor. Başı örtülü bir kadın ve kız görünce, kırmızı görmüş İspanyol boğası gibi kendilerini kaybedenler bu TC’li vesikalara niçin tepki göstermezler? Kadınlık haysiyeti, şerefi, hürriyeti bu mudur?
Geçenlerde bir bakan isyan etti, havaalanlarındaki VIP salonlarına birtakım soyguncular, hortumcular, dolandırıcılar geliyor ve ağırlanıyormuş. Doğrusu bakan beyin bu tepkisini yadırgadım. Madem böyle bir durum var, hükümet men etsin. Onlardan beklenen şikayet değil, doğruların yapılmasıdır.
İkbal peşinde koşan bazı politikacılar milletvekili, bakan olunca geleceği pembe görürler, her şeyin yolunda gideceğini sanırlar. Ün, alkış, şan, şeref, makam, tantana, kırmızı halıların üzerinden yürüyüş, bando mızıka, fotoğraf flaşları, kameralar… Şu kahpe dünya onlara ne oyunlar oynar? Zavallı Adnan Menderes… Şanlar, şerefler, merasim kıtaları, alkışlar, yaşa, varol, nurol sedaları; tebessümler ve bir sürü tantana ve sonra, bir mayıs sabahı kargalar bilmem nelerini yemeden önce alacakaranlıkta radyolardan duyulan marşlar boğuk homurtular. Dünün anlı şanlı başbakanı bir at hırsızı gibi yakalanır, bakanları, partisinin milletvekilleri ile Yassıada’ya tıkılır, sonunda idama mahkum edilir. Menderes ipte sallanmamak için aşırı miktarda ilaç alarak intihar etmek ister, tıbbî müdahale ile kurtarılır, İmralı adasına götürülür ve bir öğle vakti ipe çekilerek katledilir. Onca şandan, şereften, alkıştan, ikbalden sonra ya Rabbi, bu ne feci sondur!..
1960’lı yılların başında “Zulûmlerin en şeniî ve alçakçası, kanunların gölgesinde yapılandır” başlıklı yazım yüzünden tutuklanıp, Sultanahmet Cezaevi’ne konulmuştum. Orada İbrahim Sultanpesendî isminde İran vatandaşı bir Azerî Türkü vardı. Adnan Menderes’in asıldığı gün, İmralı’da mahkum olarak bulunuyormuş, diğer mahkumları adanın başka tarafına göndermişler, onu çaycılık yaptığı için yerinde bırakmışlar. Menderes’in asılışını görmüş; elleri arkasından bağlı üzerinde beyaz idam gömleği sehpaya doğru götürmüşler, boynuna cellat yağlı ilmiği geçirmiş birden hava kararmış, gökte ansızın siyah bir kuş sürüsü peydahlanmış. Canhıraş sesler çıkartarak idam meydanına doğru hızla alçalmışlar, başvekilin ayakları altındaki sehpaya bir tekme atılmış, vücudu boşlukta sallanmaya başlamış, asılacağı sırada “Allah!” diye bir feryat koparmış.
Orada bulunan ünlü bir şahıs, “Bu p……’i bir kere değil bin kere asmalı” demiş…
Adnan Menderes’in ve iki bakan arkadaşının idam edilmeleri yakın tarihimizin büyük, çok büyük facialarındandır. Bu dünya hep bir karar üzere devam etmez, inişleri çıkışları olur, yazları kışları olur, ikballeri idbarları olur… Rahat olur, huzur olur; sonra ansızın bir bela, bir musibet, bir dert, bir afet, bir sıkıntı gelir.
Hiç kimse ne oldum dememeli, ne olacağım demelidir.
Ahir zamanda yaşıyoruz, fitne ve fesadın biri gelir biri gider. Bu dünya kimseye yar olmaz. Gafil olunmaya, âgâh oluna. 21 Kasım 2003