Ah Edeb, Ah Görgü
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 14 Şubat 2019
Bir öğle namazı öncesi
Musallada bir tabut var. Hürmet ettiğimiz bir zat vefat etmiş, cenaze namazı kılınacak. Akın akın cemaat geliyor, insanlar öbek öbek konuşuyor. İki tanıdık karşılaşıyor. Biri, otuz iki dişi görünecek şekilde gülerek
diyor. Diğeri de güleç bir çehre ile karşılık veriyor, sarılıyorlar.
Musalla taşında tabut,
gibi şen şakrak.
Cenazelerde kahkaha ile gülünmez, şamata yapılmaz; tebessüm edilecekse sadece hüzünlü bir tebessüm caizdir. Ağır, durgun, vakarlı bir şekilde hal hatır sorulur. Bir dostumuz, bir büyüğümüz, bir âşinamız büyük yolculuğa çıkmaktadır. Böyle bir zaman ve mekanda kahkahaya, soytarılığa yer yoktur.
Bir grup ziyaretçi, muhterem bir zattan randevu alıyor ve evine gidiyor. Bu onların, bu zat ile ilk görüşmeleridir. Yaşlı başlı, mânevî seviyesi yüksek, saygıya layık bir kimsenin salonunda oturuyorlar, hal hatır soruyorlar, sohbet başlıyor. Bizim ziyaretçilerden biri ansızın musahabeyi kesiyor ve “Tuvalete gitmek istiyorum” diyor. Ev sahibi müeddeb efendi, renk vermiyor, “Buyurun” diyor ve misafiri helaya götürüyor.
Bu da olmaz. Kendisi ile ilk defa yüz yüze gelinen muhterem bir zatın evinde helaya gidilmez. İhtiyacı olan, bunu daha önce halleder.
Yine bir ziyarette, cep telefonları zır zır çalıyor, misafirler üç beş dakikada bir telefonları çıkartıp arsız arsız, densiz densiz konuşuyorlar. “Kusura bakmayın” diyen, izin isteyen bile yok. Beş dakika geçiyor, menhus telefon yine çalıyor, adam yine arsızca konuşuyor. Ne büyük görgüsüzlük, ne ayıp, ne saygısızlık.
Ziyaretlerde cep telefonlarının mutlaka kapalı bulunması gerekir. Çok zarurî bir hâceti olursa, meselâ hastahanede yatan ve durumu ağır bir hastası varsa, ev sahibinden mâzeret bildirilerek izin istenir.
Samimiyetiniz olmayan biri randevu istiyor ve ziyarete geliyor. Söz arasında soruyor:
Posta ile mektup veya kart atmış,
Bu da ayıptır, görgüsüzlüktür. Mektuplarda mutlaka selam ve ihtiram ifade eden tâbirler olmalıdır.
Biraz hava almak, dinlenmek için bir parkta oturuyoruz. Bitişik sırada dört liseli genç var, ikisi kız, ikisi delikanlı. Yüksek sesle konuşuyorlar, şakalaşıyorlar. He he he, hi hi hi, keh keh, ha ha ho. Kıkır kıkır gülmeler.
Bir kız deli gibi gülüyor, fingirdiyor.
Bir zoru mu var?
Gece saat on, dört genç spor bir araba ile geçiyor. Teybi sonuna kadar açmışlar, kulakları zorlayan bir cayırtı, korkunç bir ses kirliliği. Gençlerin dördü de anırır gibi kahkahalar atıyor. Şımarık mı şımarıklar. Otomobil yanımızdan bir buhran gibi geçiyor. Bu şımarık gençlerin paraları var ama edebleri yok. Ne fena!
Makyaj yapmışlar ama o kadar belirgin değil. Kırıta kırıta yürüyorlar, gözleri fıldır fıldır.
Aman ne havalı şeyler.
Başını örtmekle iş bitmiyor. Başörtüsünün yanında edeb de gerek.
Eski ve kıdemli bir radikal lüks bir kebap salonuna tıkınmaya gelmiş. Semiz mi, semiz, besili mi besili. Garson geliyor, önce çeşit çeşit ordövr ısmarlıyor. Sonra bir buçuk porsiyon iskender kebabı, ayran, salata, tatlı, üzerine çay ve kahve. Radikalin midesi sanki geniş bir harardır. Bunca şeyi nasıl tıkınabiliyor.
Benim param var, istediğim şeyi istediğim miktarda yerim… Yok canım!
Adamın Mercedes’i en pahalısından, en lüksünden. 150 milyar mı, 200 milyar mı ne ediyormuş. Otomobiline kurulunca kendisini Nemrud veya Firavun sanıyor bizimki. Zerduz palan ursan eşek yine eşekmiş. Herifin bundan haberi yok. Ölüp gidecek, iki metrelik bir çukur cesedinin mekanı olacak, lüks otomobiliyle küçük dağları ben yarattım sanıyor. Ne cahil, ne dangalak adam bu.
Zenginlik başını döndürdü.
Herkese tepeden bakıyor. Tevazu, kanaat ve iktisada savaş açmıştır sanki. Rüzgâr kravatını sık sık ters çevirir ve ünlü bir marka görünür. Kravatları gökkuşağı gibi renklidir.
ve musiki icra edilirken yanındaki ile vır vır konuşuyor.
Bir müzik gösterisi esnasında konuşmak çok büyük bir ayıp ve terbiyesizliktir.
Bizim gevezeler ertesi günü
diye hava atacaklardır.
Ah edeb, vah edeb, efsus ki efsus… 19 Mayıs 2002