Bir öğle namazı öncesi

Fatih Camii avlusu.

Musallada bir tabut var. Hürmet ettiğimiz bir zat vefat etmiş, cenaze namazı kılınacak. Akın akın cemaat geliyor, insanlar öbek öbek konuşuyor. İki tanıdık karşılaşıyor. Biri, otuz iki dişi görünecek şekilde gülerek

“Ooo Efrûz beyciğim, sizi görmek ne bahtiyarlık, epeydir görüşememiştik”

diyor. Diğeri de güleç bir çehre ile karşılık veriyor, sarılıyorlar.

Yahu neler yapıyorsun? Gençleşmişsin be… Daha ne var ne yok?.. Hah hah hihi hih keh keh…

Cenazelerde böyle sahneler gördükçe çok öfkeleniyor ve üzülüyorum.

Musalla taşında tabut,

bizimkiler sanki bayramda veya düğünde karşılaşmışlar

gibi şen şakrak.

Biraz edeb yahu!

Cenazelerde kahkaha ile gülünmez, şamata yapılmaz; tebessüm edilecekse sadece hüzünlü bir tebessüm caizdir. Ağır, durgun, vakarlı bir şekilde hal hatır sorulur. Bir dostumuz, bir büyüğümüz, bir âşinamız büyük yolculuğa çıkmaktadır. Böyle bir zaman ve mekanda kahkahaya, soytarılığa yer yoktur.

Bir grup ziyaretçi, muhterem bir zattan randevu alıyor ve evine gidiyor. Bu onların, bu zat ile ilk görüşmeleridir. Yaşlı başlı, mânevî seviyesi yüksek, saygıya layık bir kimsenin salonunda oturuyorlar, hal hatır soruyorlar, sohbet başlıyor. Bizim ziyaretçilerden biri ansızın musahabeyi kesiyor ve “Tuvalete gitmek istiyorum” diyor. Ev sahibi müeddeb efendi, renk vermiyor, “Buyurun” diyor ve misafiri helaya götürüyor.

Bu da olmaz. Kendisi ile ilk defa yüz yüze gelinen muhterem bir zatın evinde helaya gidilmez. İhtiyacı olan, bunu daha önce halleder.

Yine bir ziyarette, cep telefonları zır zır çalıyor, misafirler üç beş dakikada bir telefonları çıkartıp arsız arsız, densiz densiz konuşuyorlar. “Kusura bakmayın” diyen, izin isteyen bile yok. Beş dakika geçiyor, menhus telefon yine çalıyor, adam yine arsızca konuşuyor. Ne büyük görgüsüzlük, ne ayıp, ne saygısızlık.

Ziyaretlerde cep telefonlarının mutlaka kapalı bulunması gerekir. Çok zarurî bir hâceti olursa, meselâ hastahanede yatan ve durumu ağır bir hastası varsa, ev sahibinden mâzeret bildirilerek izin istenir.

Samimiyetiniz olmayan biri randevu istiyor ve ziyarete geliyor. Söz arasında soruyor:

Bu daire sizin mi? Evet benim.Kaç metrekaredir? Ne zaman aldınız? Kaça aldınız? Şimdi satsanız kaç lira eder? Dairenin üstü çatı mı, teras mı?..

Saçma sapan soruların ardı arası kesilmiyor. Be adam sen emlak komisyoncusu musun?

Posta ile mektup veya kart atmış,

adres olarak, başına sayın, muhterem demeden sadece muhatabın ismini ve soyadını yazmış.

Bu da ayıptır, görgüsüzlüktür. Mektuplarda mutlaka selam ve ihtiram ifade eden tâbirler olmalıdır.

Kabak gibi adres yazılmaz, mektup yazılmaz.

Biraz hava almak, dinlenmek için bir parkta oturuyoruz. Bitişik sırada dört liseli genç var, ikisi kız, ikisi delikanlı. Yüksek sesle konuşuyorlar, şakalaşıyorlar. He he he, hi hi hi, keh keh, ha ha ho. Kıkır kıkır gülmeler.

Bunlar isterik mi nedir?

Bir kız deli gibi gülüyor, fingirdiyor.

Geçen sene Ada’ya pikniğe gitmişler, bir çalının yanından geçerken bir kaplumbağa görmüşler. Kızın gülmeleri artıyor, yerinde duramıyor, neredeyse katılacak. Bu kız incir çekirdeğini doldurmaz bir şey için niçin böyle terbiyesiz terbiyesiz gülüyor.

Bir zoru mu var?

Liseli, üniversiteli gençler edeb, terbiye, vekar timsali olmalı.

Gençliğe yılışıklık, hafif meşreblik, arsızlık yakışmaz.

Gece saat on, dört genç spor bir araba ile geçiyor. Teybi sonuna kadar açmışlar, kulakları zorlayan bir cayırtı, korkunç bir ses kirliliği. Gençlerin dördü de anırır gibi kahkahalar atıyor. Şımarık mı şımarıklar. Otomobil yanımızdan bir buhran gibi geçiyor. Bu şımarık gençlerin paraları var ama edebleri yok. Ne fena!

Tesettürlü iki genç kız.

Makyaj yapmışlar ama o kadar belirgin değil. Kırıta kırıta yürüyorlar, gözleri fıldır fıldır.

Halleri tesettüre hiç mi hiç yakışmıyor.

Aman ne havalı şeyler.

Bir İslâm hanımının ve kızının en büyük ziyneti iffet ve hicabıdır.

Başını örtmekle iş bitmiyor. Başörtüsünün yanında edeb de gerek.

Eski ve kıdemli bir radikal lüks bir kebap salonuna tıkınmaya gelmiş. Semiz mi, semiz, besili mi besili. Garson geliyor, önce çeşit çeşit ordövr ısmarlıyor. Sonra bir buçuk porsiyon iskender kebabı, ayran, salata, tatlı, üzerine çay ve kahve. Radikalin midesi sanki geniş bir harardır. Bunca şeyi nasıl tıkınabiliyor.

Bir insanın tıyneti, görgüsü, asaleti veya asaletsizliği sofrasından belli olur.

Benim param var, istediğim şeyi istediğim miktarda yerim… Yok canım!

Adamın Mercedes’i en pahalısından, en lüksünden. 150 milyar mı, 200 milyar mı ne ediyormuş. Otomobiline kurulunca kendisini Nemrud veya Firavun sanıyor bizimki. Zerduz palan ursan eşek yine eşekmiş. Herifin bundan haberi yok. Ölüp gidecek, iki metrelik bir çukur cesedinin mekanı olacak, lüks otomobiliyle küçük dağları ben yarattım sanıyor. Ne cahil, ne dangalak adam bu.

Şimdi gurur, kibir ve tafrasından yanına yaklaşılamayan o adamı, tanırım. Züğürt sürüngenin biriydi.

Zenginlik başını döndürdü.

Görmemişin oğlu olmuş, çekmiş bilmem neresini kopartmış.

Herkese tepeden bakıyor. Tevazu, kanaat ve iktisada savaş açmıştır sanki. Rüzgâr kravatını sık sık ters çevirir ve ünlü bir marka görünür. Kravatları gökkuşağı gibi renklidir.

Cırtlak, parlak, frapan renkler. Ne oldum delisi…

Bu adam kadın olaydı Madam’ın evine düşerdi.

Nâdan herif konsere gidiyor

ve musiki icra edilirken yanındaki ile vır vır konuşuyor.

Eşek hoşaftan ne anlar.

Bir müzik gösterisi esnasında konuşmak çok büyük bir ayıp ve terbiyesizliktir.

Avrupa’da bir konserde iki öküz konuşsa yüzlerce kızgın göz onlara dikilir.

Bizim gevezeler ertesi günü

“Dün falanca konserdeydik”

diye hava atacaklardır.

A görgüsüz, madem doğru dürüst dinlemeyecektin niçin konsere gittin?

Ah edeb, vah edeb, efsus ki efsus… 19 Mayıs 2002