Ah Hazret-i Mevlânâ
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 12 Ocak 2019
Perşembe
Başucumda
bulunuyor. 456 sayfalık bu kıymetli eser,
zamanında basılmış. Zaman zaman açıyorum, birkaç sayfa okuyorum. Geçen gün 392’nci sayfasında şu satırlara tesadüf ettim, aynen naklediyorum:
Bugünkü Türkçeyle: “Sık sık hizmetine bakan kimseye sorardı: ‘Evimizde (yiyecek) bir şey var mıdır? Eğer hizmetkâr, hiçbir şey yoktur cevabını verirse, ferahlanır ve ‘Allah’a şükrederim ki, hânemiz bugün Peygamberimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem Efendimizin kutlu hânelerine benziyor.’ Eğer hizmetkâr, mutfak dolu ve hazırdır derse, üzülürdü ve ‘Bu haneden Firavun kokusu geliyor’ derdi.”
Bakınız, mâneviyat âleminin sultanı olan yüce zat, gönüllü olarak fakirliği seçmiş. Evinde yiyecek bir şey olmadığı vakit seviniyor, ‘Çok şükür bugün evim Peygamber evine benzedi’ diyormuş. Mutfakta ve kilerde bir şeyler olduğu vakit, ‘Bu evden Firavun kokusu geliyor’ diye üzülüyormuş.
Mâneviyat ve ruhaniyet semalarının güneşleri olan büyük velilerin hepsi zühd ve takva sahibidir. Zühd, dünyaya ve dünya zenginliklerine sırt çevirmek demektir. Onlar bu konuda Resulullah Efendimizi taklit etmişler, O’nun izinden gitmişlerdir. Gerçek dindarlıkla, dünya ve mal sevgisi kesinlikle bağdaşmaz. Dindarlıkla lüks, israf, aşırı tüketim, aşırı konfor, gösteriş, saçıp savurmak kesinlikle birlikte olmaz. Olabileceğini zannedenler, kendilerini ve başkalarını aldatmış olurlar.
Hazret-i Mevlânâ, bundan sekiz asır önce Konya’da yaşadı. Ölümünden bu kadar uzun seneler geçmesine rağmen, o hâlâ aydınlatmaya devam ediyor.
Bu yazıdan aşağıdaki paragrafı dikkat bakışlarınıza sunuyorum:
İngiliz yazar, esef ederek Mevlânâ Celâleddin Rumî Hazretlerinin tarikatının Türkiye’de yasak olduğunu, bu yasağı çiğneyerek Mevlevî âyini yapmaya cesaret edecek kimselerin hapis cezasıyla cezalandırılabileceğini beyan ediyor.
Evet, tarihin ve talihin ne garip cilvesidir ki, mâneviyat âleminin nur saçan bu güneşi kendi vatanında, Türkiye’de dışlanmıştır.
Her sene göstermelik bir takım törenler yapılır ve devletin resmî haber ajansı
başlıklı basmakalıp bir haber geçer.
Biz yine konumuza gelelim. Mevlânâ hazretleri için mâneviyat âleminin güneşi demiştim. Ona dolunay da denilebilir. Karanlık gecelerimizi Hazret-i Muhammed Mustafa’nın güneşinden aldığı nurlarla aydınlatan bir aydır o.
Türkiye dengesizlikler, olumsuzluklar, kokuşmalar, ahlâksızlıklar, rüşvetler, yaygın bir haram yiyicilik, emanetlere hıyanetler, krizler, rezaletler, kepazelikler ile çalkalanıp duruyor. Niçin? Çünkü Mevlânâ gibi nur kaynaklarından mahrum kalmışız.
Türkiye’mizi asırlar boyunca aydınlatan güneşler, aylar vardı. Onları yasak bulutlarıyla örttüler, gizlediler. Mevlânalardan, Yesevîlerden, Şah Muhammed Bahaüddîn Nakşîbendilerden, Abdülkadir Geylanîlerden, Ahmed er-Rufaîlerden, Hacı Bektaşî Velilerden, Hacı Bayramlardan, Aziz Mahmud Hüdayîlerden, Şaban-ı Velilerden uzaklaştığımız için bugünkü duruma düştük.
Müslümanlar evliyaullahtan, tarikat pîrlerinden, gerçek büyük mürşidlerden koparak ayakta duramazlar. İslâm’ın tasavvuf, tarikat, ahlâk, fazilet tarafı ihmal edilirse genel bir bozulma, çürüme, kokuşma başlar.
İtikatta bozukluklar başlar. Beş vakit namaz terk edilir. Haram yeme yaygınlaşır. Fısk ve fücur genel hale gelir. Lüks, israf, gösteriş korkunç boyutlara ulaşır. Para en büyük değer haline gelir. Beşerî ihtiraslar gemi azıya alır, insan insanın kurdu olur. Allah’ın kardeş kıldığı müminler birbirine düşman olur. Kendi aralarında çekişmeye ve tepişmeye başlar.
Uzun asırlar boyunca Müslümanları İslâm tasavvufu, tarikatlar, kâmil mürşidler, hakiki şeyhler terbiye ettiler, yetiştirdiler, çekip çevirdiler, denetlediler. Bunlar ortadan kalkınca, frenleri patlayan bir vasıta gibi uçuruma yuvarlanmaya başladık.
Sıradan, orta halli, ehl-i dünya Müslümanları elbette Peygamber gibi, Ashab-ı Güzîn gibi, evliyaullah gibi olamazlar. Ancak, onları severler, onların öğütlerini dinlerler, onları taklit ederlerse bir dereceye kadar kendilerini kurtarmış olurlar.
Bizler, evimizde yiyecek bir şey bulunmadığı vakit ferahlanamayız, aksine kederlenir, kasavet çekeriz. Lakin Mevlâna Celâleddîn Hazretlerinin, “Oh, çok şükür! Evim Peygamber Efendimizin evine benzedi” sözünü duyunca, lüks ve israf hırslarımızı, ihtiyaçlarımızı alabildiğine çoğaltma alışkanlığımızı frenlemeye çalışırız.
Hazret-i Pîr Efendimiz, hizmetçisi “mutfak ve kiler doludur efendim” deyince üzülüyor ve ne diyor:
– Bu evden (yani kendi evinden) Firavun kokuları geliyor…
Mevlâna Celâleddîn Rûmî kaddesallahu sırrahussami Hazretlerinin bu menkabesini yüksek tabakadan asil bir hanımefendiye anlattığım vakit bir hoş oldu, tüyleri ürperdi, sarsıldı, az daha bayılıp yere düşüyordu. Gerçek şeyhler, kâmil mürşidler Müslümanların rehberleri ve kılavuzlarıdır.
Zamanımızda uğursuz bir taife zuhur etti,
deyip duruyorlar, o mübarek zatın yolundan gitmiyorlar. İngiliz gazeteci ne diyor:
Kur’an’sız, Sünnetsiz, Şeriatsız, fıkıhsız, namazsız, abdestsiz, oruçsuz (yani şeriatsiz REB) bir Mevlânâ düşünmek mümkün değildir.
Hazret-i Mevlânâ’nın din konusundaki belli başlı özelliklerini haddim olmayarak arz edeyim:
1. İtikad konusunda sahih bir inanca sahipti, ehl-i sünnet ve cemaatten idi.
2. Başta beş vakit namaz olmak üzere farz ibadetleri (sünnetleriyle birlikte) eda ederdi. “Allah’ın emretmiş olduğu farzları eda et ve itaatli bir kul ol” emrinin canlı bir timsali idi.
3. Farzlardan ve müekked sünnetlerden başka nafile ibadetlerle de meşgul olurdu. Geceleri uzun müddet teheccüd namazı kılar, gündüzleri oruçlu olurdu.
4. Dokuz lokmadan fazla yemek yemezdi.
5. Az yer içer, az uyur, az konuşurdu.
6. En yüksek ahlâk, fazilet, doğruluk seviyesine çıkmıştı.
7. Sabır, hilm ve mürüvvet sahibi idi. Bir gün yolda kötü bir kadın ona yaklaşmış ve
demişti. O kötü kadına çok yumuşak bir şekilde
cevabını vermiş ve neticede kadının tövbekâr olmasına vesile olmuştu.
Hazret-i Mevlâna’yı istismar edenlere bakınız. Bazısı beş vakit namaz kılmaktan geçtik, Cumaya bile gitmez.
Hattâ Sabataycılar bile Hazret-i Pîri istismara yelteniyor. Dilleri, kalemleri ona Pîr, Şeyh, Mürşid demeye varmıyor da,
diye tanıtıyorlar. Dillerini eşekarısı soksun!
Resulullah Efendimiz, Ashab-ı Kiram için “Onlar gökteki yıldızlar gibidir, hangisine tabî olursanız doğru yolu (İslâm’ı) bulursunuz” buyuruyor. Kâmil mürşidler ve Pîran hazeratı da böyledir. Hangisine tabî olunsa doğru yol bulunur, ebedî mutluluğa erilir.
Bütün tarikat kurucuları, bütün kâmil mürşidler, bütün hakiki şeyhler kendilerine tâbi olanları sahih itikada, başta beş vakit namaz olmak üzere ibadet etmeye, Resulullah Efendimizin rehberliğine ve sünnetine sarılmaya, ahlâkını güzelleştirmeye, Kur’ân’ı düstur olarak kabul etmeye, dünya tuzaklarına düşmemeye, âhiret yolculuğu için azık toplamaya çağırmışlardır.
Nakşî ol, Kâdirî ol, Mevlevî ol, Rufaî ol, Şazelî ol, Halvetî ol, Bayramî ol… Bütün bu yollar Hakka götürür. Yeter ki, rehberlerin öğrettiklerine uyulsun. Bu devir Müslümanları, dünya tuzağına düşmüşlerdir. Parayı ana değer haline getirmişlerdir. Birtakım sahte dindarlar lüks, israf, saçıp savurma, gösteriş, övünme, böbürlenme, makam, mevki, ün, alkış, iktidar kurbanı olmuşlardır.
Evinde yiyecek bir şey olmadığı zaman “Oh, çok şükür! Evim Peygamber evine benzedi” diyerek sevinen; evinin mutfağı ve kileri dolu olduğu vakit üzülüp
diyen Hazret-i Mevlâna’ya kulak verelim. 25 Kasım 2005