Cuma ve Cumartesiye aynı yazıyı koymuşlar..

 

On sene kadar önce yeni çıkarılacak bir dergide çalışmak üzere bazı gençler bulmamı bir dostum rica etmişti. Etrafa haber saldım, bir grup genç görüşmeye geldi. Tecrübeleri yoktu, öğrenci idiler, böyle bir iş onların kendilerini göstermeleri, medya sahasına ayak basmaları için iyi bir fırsattı. Yapılacak işler hakkında biraz izahat verdikten sonra, sorusu olan var mı dedim. Gençlerin birisi heyecan içinde, gözleri kocaman açılmış, atıldı:

– Bize ne para vereceksiniz?… diye sordu.

Diğerleri de aynı soruyu sormuşçasına pür dikkat cevabımı bekliyorlardı. Çocukları bozmadım, maaş ve ücret konusunun bilahare görüşüleceğini söyledim ve onları güzellikle savdım.

Henüz öğrenciler, profesyonel gazeteci değiller, kendilerine güzel bir iş teşebbüsü yapılıyor ve ilk sordukları “Ne kadar para verilecek?” Bu zihniyetle köy olmaz kasaba olmaz.

İslâm Osmanlı, Türk terbiyesinde bir genç bir işe çırak olarak alınınca para meselesi konuşulmaz, genç bir ay çalışır, işine ve ahlâkına bakılır, ne kadar başarılı olduğu görülür, ayın sonunda zarf içinde kendisine bir para verilir. Bu onun ilk maaşıdır. Zarfı alırken utanır, kızarır, açıp içindekileri saymadan alır cebine koyar, “Teşekkür ederim, Allah bereket versin” der.

Gazetecilik yapmak üzere İstanbul’a 1960’da gelmiştim. O zaman bugünkü gibi güçlü bir İslâmcılık cereyanı yoktu. Üniversitelerdeki şuurlu dindar öğrencilerin sayısı azdı. Burs veren bir vakıf veya cemaat de yoktu. Devlet öğle vakitleri öğrencilere ucuz yemek vermezdi. Müslüman gençler bin zahmet ve meşakkat içinde okurlar, karınlarını üniversite civarındaki küçük lokantalarda kurufasülye yiyerek doyururlardı.

Bundan otuz kırk yıl önce gençler içinde birtakım hizmetleri feragat ve fedakârlıkla yapan, ücret sormayan, verilmezse şikayet etmeyen, verilirse az çok demeyen idealist ve muhlis kimseler vardı.

Şimdiki nesiller, istisnalar dışında çok maddeci, çok paracı, çok keyfine ve rahatına düşkün yetişiyor.

Altı yerden burs alan öğrenciler varmış.

Bundan birkaç yıl önce Milliyet gazetesi yayınlanmıştı. Üniversiteli bir genç sahte belgelerle öğrenci kredisi alıyormuş, yakalanmış…

Dinden uzaklaşmış, sekülerleşmiş, çağdaş ve materyalist gençlerin hedonist olmalarını anlamak kolay da, Müslüman gençlerin bir kısmının çok maddeci, çok paracı, çok lüpçü, çok avantacı olmalarını anlamak mümkün değil. Bir Müslüman böyle olmaz. Bu gibi gençler, öğrenciliklerinde böyle olurlarsa hayata atıldıkları zaman neler yapmazlar. Allah onları islah eylesin, şerlerinden bu milleti, bu memleketi, İslâm dinini, Muhammed ümmetini muhafaza buyursun.

Para, keyif, konfor, lüks, israf, aşırı tüketim, madde, gösteriş ana değerler haline geldi. Bir takım değerler de dışlandı, terk edildi, yürürlükten kalktı.

Mürüvvetin mânasını bilen kaç kişi var? MürüvvetsizMüslüman olur mu? Mürüvvetsiz bir İslâm toplumu olur mu?

Bir müşrik, bir inkârcı, bir ateist için helal ve haram kavramlarının kıymeti yoktur. Onun için para vardır. İster helal, isterse haram olsun. Müslüman için böyle midir? Hakikî bir Müslüman haram ve şüpheli paradan, ateşten kaçar gibi kaçar. Şu rezillere bakın, aynı numaradan çifter çifter makbuzlar bastırmışlar ve bu yolla yüz milyarları, trilyonları götürüyorlar. Sonra da kendilerini dini bütün Müslüman olarak tanıtıyorlar. Vah vah, ne günlere kaldık. Sahtekârlar ve dolandırıcılar dini bütün oldu!

Kerem, cûd, seha, ihsan, itidal, afüv, merhamet lügatlarda kaldı.

Bayram günü Müslüman bir grup serçe avına çıkmış. Evet, evet serçe avına. Binmişler otomobillerine ve soğuktan perişan olmuş kuşları yakalamaya gitmişler, akşam serçe kebabı yiyeceklermiş. Merhametli, rikkatli, şefkatli bir Müslüman şu soğuklarda serçe avlar mı?

Şile cezaevinde yattığım sırada soğuk bir kış olmuştu. Bazı kişiler aç serçeler için avluda tuzak yapıyor, içine giren kuşları korkunç ve sadist kahkahalarla yakalayıp elleriyle boyunlarını kopartıyorlardı. Allah’ın o gaddarları niçin hapse attırdığını o zaman iyice anlamıştım.

Zevk için, keyf için, öldürme şehvetini tatmin için, sadistlik için avcılık yapanların başları beladan kurtulmaz.

Her neyse, biz yine baştaki konuya dönelim. Bazı basın yayın işleri için bir veya iki üniversite öğrencisi tutayım, zaman zaman gelip çalışsınlar, dışarıda iş takip etsinler, hem bir şeyler öğrensinler, hem de birkaç kuruş harçlık çıkartsınlar diyorum. Diyorum da, bu işi konuşurken ilk soruları, gözleri fincan gibi açılmış, heyecandan sesleri çatallaşmış, yüz hatları takallüs etmiş olarak “Ne para vereceksin?” diye soracaklarından korkuyorum.

Unutulan ahlâkî değerlerimiz yukarıda saydıklarımdan ibaret değildir. Zamanımızda vefa ve sadakat kalmadı. Büyüklere hürmet, akranlara sevgi ve meveddet, küçüklere şefkat kalmadı. Fütüvvet (yiğitlik) kuralları çöpe atıldı. Kötülüğe karşı iyilikle mukabele eden kaç kişi çıkar şu güruh-i lâ yüflihûn içinden?

Müslüman kin tutmaz. Kalbinde kin olanın dini yoktur denilmiştir.

Komşuluk hukukuna hakkıyla riayet eden kaç kişi çıkar şu şehirde. Kocaman bir bina, bir dairede cenaze oluyor da, komşular gelip taziyette bulunmuyor. Mühendis Ferruh beyin binasında alt katta oturan ihtiyar kadından uzun müddet ses çıkmamış, sonunda polis marifeti ile kapı açılmış, bir de bakmışlar ki, kadıncağız çoktan ölmüş, cesedi çürümüş. Zamane komşuluğu…

Eminönü Zeytinburnu tramvayında sık sık “Sayın yolcularımız aman cüzdanınıza sahip olunuz” diye anons yapılıyor. Bu anonslar bir çöküşün çan sesleridir.

Canavar lokantacı veya büfeci döküntü etlerden, en kalitesiz kıymalardan döner yaptırtmış, yanına da “Nefis döner bulunur” diye yazmış. Kazandığı para haramdır. Nefis mercimek çorbası satan herif de mercimek unu yerine buğday unu ile çorba yapmış. O da haram kazanıyor, ateş kazanıyor.

Ya birtakım politikacılar. İşleri güçleri yalan dolan, milleti aldatmak, alavere dalavere yapmak. Tepeleri üzerine düşsünler inşaallah!

Ah edeb, ah mürüvvet, ah ahlâk, ah fazilet… Bizi bırakıp da nerelere gittiniz? 13 Ocak 2002