Cuma

 

Ahmed Cevdet Paşa’nın “Tezâkir” adlı kitabını okuyorum, 40 numaralı tezkirede şu satırları yazıyor:

“O tarihte İstanbul’da

iki meşhur mesnevî-han

var idi. Biri

Hoca Hüsameddin Efendi

olup Küçük Mustafa Paşa’da Mesnevî-i şerif okuturdu. Halkın hüsn-i zannını kazanmış, mâneviyat dünyası aydınlık bir pîr idi. Seçkinlerden ve yüksek tabakadan pek çok zevat onun yüksekliğine itikad ederdi. Her taraftan ve her sınıftan nice kişiler onun derslerine katılır, söylediklerini nimet, öğütlerini ganimet bilirdi. Bazen biz de gider derslerini dinlerdik, daha sonra Eyüp Sultan semtine nakledip ömrünün sonuna kadar orada oturdu. Yenikapı Mevlevîhanesi şeyhi Osman Efendi, onun öğrencilerindendir.

Diğeri Çarşamba civarında

Murad Molla tekkesi şeyhi Mehmed Murad Efendi

olup belli günlerde Mesnevî-i şerif okutur ve diğer günlerde sabahtan akşama kadar çeşitli dersler verirdi. Tekkesi bir üniversite gibi idi, orada her nevî ilimler ve maarif tahsil olunurdu. Kendisinin en kıdemli talebesi olan Hafız Tevfik Efendi dahi burada bir hücrede kalır, başvuranlara Farsça dersleri verirdi. Bu dergâha seçkinlerden ve yüksek tabakadan nice zatlar gelip gider, yakın ve uzak mahallerden pek çok şakirt gelip bilgi alır, yararlanırdı. Ben dahi boş vakitlerimi burada maarif tahsiline sarf eylerdim. Bazen Şevket ve Urfî divanlarını okumak üzere meşhur şair Fehim Efendinin konağına giderdim.

O vakitlerde Fatih civarında pek çok ulema ve fudala olduğu gibi, Fatih’ten Sultan Selim’e ve bir taraftan Karagümrük’e kadar olan bölgede pek çok şiir ve nesir erbabı vardı. Çarşamba pazarında Papasoğlu Medresesinin karşısındaki konağında yaşayan

Kuşadalı İbrahim Efendi

, o vaktin en büyük insanlarından zâhir ve bâtını mamur bir zat idi. Büyük küçük pek çok kimseler kendisinden el alarak ona mürid olmuşlar idi. Vezirlerden ve ricalden pek çok zevat konağına gelip huzuruna girmek üzere sofada nöbet beklerdi. Sufiyye mesleğine sâlik olmadığımız halde biz de komşuluk hasebiyle gidip görüşürdük ve en büyük Hoca Efendilerin çözemediği şüphelerimizi onun cevaplarıyla hallederdik. ‘Âli ilimlerden ve bilhassa tefsirden hangi konu açılsa fevkalâde tetkik eyler ve başkalarının hatırlarına gelmedik nükteler ve meziyetler söyler idi. Murad Molla Şeyhinin küçüklerden ve büyüklerden pek çok müridi vardı, ancak kendisi insaflı bir zat olduğu için, müridleri içinden ciddi bir salik zuhur ettiğinde “Bu bizim işimiz değildir” diyerek onu Hafız Tevfik Efendi vasıtasıyla Kuşadalı’ya gönderirdi.

Yukarıda ulema sırasında ismi geçen

Hafız Seyyid Efendi

dahi gayet âbid ve zâhid bir zat idi, ona dahi nice kimseler mutekid olup önemli işlerde istihare yaptırırlardı. Hattâ Padişahın damadı Said Paşa’nın yaptırdığı istihare yakın zamanda aynen gerçekleşmiş olduğundan Hoca Efendiye pek çok ikram etti. Çarşamba pazarı civarında kendisine bir ev alıverdi ve onu evlendirdi. Hafız Seyyid Efendi

Sufiyye mesleğini

inkâr hususunda mutaassıp olup, hattâ Kuşadalı gibi sufî şeyhlerinin müridlerine telkin eylediği rabıta, şeyhin suretini zihnine alarak ona teveccüh demek olduğundan bunun açık şirk olduğunu iddia hususunda bir risale kaleme aldı

(bu zat, Farsça kitaplara “Kızılbaş kitapları” derdi).

Aynı zamanda Murad Molla Şeyhini, Şiî ve sapık diyerek kötülerdi. Şeyh Efendi de onu

“Kaba sofu”

ve

“Kuru zâhid”

diye tenkid ederdi. Ben ikisinden dahi ders aldığım cihetle böyle birbirine zıt sözler işitirdim. Bununla beraber Şeyh Efendi kadirşinas bir zat olduğundan dolayı Hoca Efendiye yardımda kusur etmezdi. Hoca pek fakir olduğundan kitap alacak parası yoktu. Bir derse başlayacak olsa, ödünç kitap almaya muhtaç olurdu. Şeyh Efendi ise, ona lazım olacak kitapları evvelce tedarik ederek Hafız Tevfik Efendi vasıtasıyla ona yollardı. Sanki aleyhinde kullanması için Hoca Efendiye birçok silâh verirdi.

Velhasıl Fatih semtinde o vakit ilimlere ve maarife dair bahisler cereyan eylediği sırada böyle zâhir ve bâtın mücadeleleri de eksik değil idi. Şimdi ne o var, ne bu var. O zatların cümlesi şu bahs ve cedel âlemini terk ettiler. Hep yerlerin boş koyup gittiler. Keşke bir Murad Molla Şeyhi olsaydı da, onu zem ve tenkid edecek bir de Hafız Seyyid bulunsaydı…” (Tezâkir. 40 Tetimme. S. 15-16 1991,Ankara)

(Ahmed Cevdet Paşa’nın Türkçesini biraz sadeleştirmek zorunda kaldım. Merak edenler, 19’uncu asrın zengin ve edebî Osmanlı Türkçesini bilmiyorlarsa zahmet edip de Tezâkir’i satın almasınlar. Bugünkü kazazede Türkçeyle öyle yüksek kitapları okuyup anlamak mümkün değildir.)

Ahmed Cevdet Paşa merhumun yukarıdaki satırlarından alacağımız dersler ve ibretler vardır. Birkaç madde halinde sıralayayım:

Madde 1: Çarşamba’daki Murad Molla tekkesi bir İslâm üniversitesi gibi çalışıyormuş. Şeyh Efendi, hem Mesnevî okutuyormuş, hem başka konularda ders veriyormuş. Demek ki, Şeyh Efendi İslâm kültürü, İslâm ilimleri, Şeriat konusunda da uzman ve üstadmış.

Madde 2: Nakşî dergâhında Mesnevî-i şerif okutuluyormuş… Yüksek kültürlü İslâm büyükleri dar düşünmezler. Yüce zatlar “Biz Nakşîyiz, Mesnevîden bize ne”demezler. Bir de zamanımıza bakalım, hepsini suçlamıyorum ve tenkid etmiyorum ama Bostancı Nakşî tekkesinin yayınladığı kitapları, Sarıyer Nakşîleri okumuyor… Ne günlere kaldık!..

Madde 3: Murad Molla tekkesi Şeyhi ne kadar insaflı, hoşgörülü, kerim ve bağışlayıcı bir zatmış ki, kendisini tenkid eden fakir bir Şeriat ve zahir hocasına el altından, dolaylı şekilde yardım yapıyormuş. Gerçekten mürüvvetli bir zatmış. Şu mürüvvet kelimesinin mânâsını bilen kaldı mı?

Madde 4: Şeyh Murad Efendi Hazretleri, çok ciddi bir mürid zuhur ettiğinde onu zamanın kutuplarından Kuşadalı Hazretlerine gönderirmiş. Bu da bir mürüvvettir.

Madde 5: Cevdet Paşa bu satırları 19’uncu asrın ikinci yarısında kaleme almış. Ne diyor: “Artık Fatih civarında o eski ulema, fudala, meşayih kalmadı”diyor. (…..)

Türkiye Müslümanları elli senedir kendi kafalarına göre çalışıp çabalıyorlar, çırpınıyorlar. Ama Ahmed Cevdet Paşa ayarında bir tek âlim, fadıl zat yetiştiremediler.

Cevdet Paşa, öncelikle yazılı, edebî, zengin, yüksek Türkçeyi çok iyi bilirdi. Divan sahibidir. Kısas-ı Enbiya’daki nesri bir sehl-i mümteni’dir.

Sehl-i mümteni’,

kolay gibi görünen lâkin imkânsız denilecek kadar zor olana denir.

Cevdet Paşa Arapçayı, aruzla şiir yazacak derecede iyi bilirdi. Farsçası da böyle idi. Farsça şiirleri ve nesirleri vardır. O zamanın dünya dili olan Fransızcayı da öğrenmişti.

“Tarih-i Cevdet”, Osmanlı kültür ve medeniyetinin en değerli, en yüksek tarih kitabıdır. Paşa, Osmanlıların İbnHaldun’udur. Hukuk tarihinin en yüksek kanunu olan “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye”, Ahmed Cevdet Paşa’nın güçlü kalemi, kıvrak zekâsı, engin kültürü ile meydana gelmiştir.

Âlim olarak, tarihçi olarak, edebiyatçı olarak, devlet adamı olarak, vezir olarak bu devlete, bu ülkeye, bu halka büyük hizmetler etmiştir. Sadrazam kaymakamlığı bile yapmıştır.

İşte biz Türkiye Müslümanları, son elli beş yılda böyle bir zat yetiştiremedik. Çok paralar harcadık, çok okullar, fakülteler açtırdık, çok gürültü koparttık, çok nutuklar attık, çok koşuşturduk… Ahmed Cevdet Paşa gibi bir kimse nasıl yetişir, nasıl yetiştirilir bilemedik… 20 Ağustos 2005