Ah! Türkiye ne Zaman Öyle Olacak?
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Ocak 2019
Pazar
Ah ne zaman Türkiye’nin öyle olacağını göreceğiz? Bu
mümkün müdür? Mümkünse ne zaman? Çıkmaz ayın son perşembesine mi?
Türkiyemiz Norveç, Finlandiya, İzlanda gibi idarî ve siyasî sistem bakımından son derece şeffaf, berrak, tertemiz olacak; kokuşma olmayacak, rüşvet, devlet ve belediye işlerinde fitne fesat yapılmayacak, dünya ülkeleri
listesinin başında bulunacak. Notu bugünkü gibi 10 üzerinden 3 küsur değil, 9 küsur olacak.
Topraklarımız öylesine değerlendirilecek ki, sadece Trakya arazisi bile bütün Türkiye’yi doyurmaya, ihya etmeye yetecek. Tarım, çiçekçilik konusunda Hollanda’yı geçeceğiz.
Otomobil sanayiinde Kore’nin üstünde olacağız. Yüzde yüz yerli ve millî güzel Türk otomobilleri dünyanın en zengin, en ileri, en gelişmiş ülkelerinin yollarında cirit atacaklar. Türkiye cumhurbaşkanı, başbakanı, bakanları, valiler Türk otomobillerine binecek.
Eğitim konusunda dünya birincisi olacağız. Türkiye okulları yüksek bilgi ve kültürün yanında, yüksek ahlâk ve karakter terbiyesi de verecek. Üçüncü olarak çok yüksek sanat, güzellik, estetik boyutu kazandıracak genç nesillere. Dünyanın her yerinden Türk okullarına öğrenci gelecek (Tabii bu dediğim şey, Tevhid-i Tedrisat ilkesi ile olmaz).
Türkiye’nin en az on üniversitesi,
listesinde yeralacak. Sadece Türkiye’ye değil, bütün dünyaya yol gösterecek, ışık tutacak. (Tabii bu “öyle”, bizdeki böyle üniversitelerle olmaz…)
Mahkemeler işsiz, hapishaneler ıssız kalacak, yani adâlet olacak. Adâletin olduğu yerde halkın yarısı birbiriyle munazaalı (mahkemeli) olmaz.
10-15 sene içinde Türkiye’nin şehircilik ve çevre mimarisi birden bire değişecek; ülke dünyanın en güzel ülkesi haline gelecek. Evler güzel, bahçeler güzel, binalar güzel; okullar, adliyeler, alışveriş merkezleri, köprüler, her şey güzel.
Türkiye okur-yazarlıkta değil (bu aldatıcı bir kavramdır), okumada dünya birincisi olacak. Faydalı, değerli ve kalıcı kitaplar milyonlarca basılacak. İnsanları hep okurken göreceğiz. Otobüste, vapurda, tramvayda, metroda, trende… her yerde. Taksi şoförü durakta müşteri bekliyor, kitap okuyacak… Ev hanımları marketten alışveriş yaparken sepete bir kendisi için, bir de çocukları için kitap atacak. Kocası için kitap almayacak, çünkü o zaten evi kitapla doldurmuş bulunuyor.
Belki Türkiye, yılda ferd başına 40 bin doları aşan yüksek bir millî gelire sahip olmayacak ama; kanaatli, itidalli, ölçülü bir tüketim ve geçim ile dünyanın en müreffeh, en bereketli, bolluk bakımından en ileri ülkesi olacak. Sosyal adâlet olacak. Millî gelirin % 60’ını birkaç milyon Beyaz/Ak azınlık yemeyecek. Çünkü bu sistemde geri kalan gelir 70 milyonluk çoğunluğa yetişmiyor.
Bütün medenî, demokrat, hukuklu ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de gerçek demokrasi olacak. Resmî ideoloji, resmîlikten çıkartılıp özelleştirilecek; inanan inansın, inanmayan da inanmasın…
Devletin, Hukukun, Millî İradenin, Millet Meclisinin, Millî Kimliğin, Millî Kültürün, Türkiye’yi Türkiye yapan ana değerlerin üzerindeki Sabataycı hegemoni ve hâkimiyet kalkacak. Sabataycılar Türkiye çeşitliliği içinde yerlerini normal olarak alacaklar, lâkin ille bizim dediğimiz olacak, ille Türkiye bizim olacak diye diretmeyecekler.
Her yıl en az 100 Türkiyeli bilim adamının, düşünürün, filozofun, edebiyatçının, tarihçinin, mutasavvıfın kitapları onlarca yabancı dile tercüme edilecek (Türkler 1 milyon Ermeni kesti diyerek uluslararası ödül kazanan, şöhret-i kazîbe olan birtakım adamları (herif demiyorum) bu gruptan saymıyorum).
Uçak, vapur, otobüs ve otomobillerle Türkiye sınırlarından içeri giren her yabancı alışılmamış, görülmemiş bambaşka bir ülkeye geldiğini anlayacak. Her yerde ciddiyet ve vakarla karışık güleryüzler… Yüzde 99’a yaklaşan bir güvenlik… Doğruluk… Misafirperverlik… Bereket ve ucuzluk… Huzur… Selâmet… Sekinet… Neş’e…
Büyük şehirlerde hiç olmazsa bazı büyük camilerde ezân okunmaya başlanınca dindar ve dinsiz herkes o ezân okunuşunun güzelliği karşısında hayran kalacak, dindarlar dindar oldukları için, dinsizler ezândaki cazibe ve sanat için…
Halka, genç nesillere, ev kadınlarına, bilhassa zenginlere okulda, evde, toplum içinde öyle bir terbiye verilecek ki lüks, aşırı tüketim, israf, saçıp savurma, gösteriş, malıyla kibir ve gurur gibi küçüklüklerden ve beyinsizliklerden uzak duracaklar bu surette ülkedeki sefahat son bulacak. Eskiden pıtrak gibi çoğalmış heryeri sarmış zehirli lüks mekânlar, işret ve fuhuş yuvaları birer birer kapanacak.
Büyük bir şehirde 7 şiddetinde deprem olacak, 7 kişi bile ölmeyecek. Çünkü binalar depreme dayanıklı şekilde yapılmıştır ve gereken bütün tedbirler alınmıştır. Öyle ki Japonya’dan heyetler gelip depreme dayanıklı binalar ve şehirler nasıl yapılır bizden bilgi alacaklar.
Türkiye’ye İngiltere’de olduğu gibi tam ve gerçek din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti gelecek. İnsanlar inançları, ibadetleri, dinleri yüzünden zulme uğramayacak, yargılanmayacak, hapse atılmayacak, hakarete uğramayacak, tehdit edilmeyecek. Müslümanlar kendi okullarını ve üniversitelerini açacak… Hattâ, uygun görürlerse sırf kızlara mahsus okullar ve üniversiteler açacaklar ve buralara başı açık öğrenci kabul etmeyecekler (Eşitlik falan diye kimse vır vır etmesin, şu anda onlar başörtülü öğrencileri eğitim kurumlarına ve üniversitelere alıyorlar mı?)
İstanbul’un ma’ruf ve muteber tacirlerinden merhum
halîlesi (zevcesi) salihat-ı nisvandan Müşerref Hanımefendi … Haziran 2007 tarihinde bu fâni âlemden beka âlemine irtihal etmiş, cenaze namazı Eyüb Sultan Camii Şerifi’nde kılındıktan sonra toprağa verilmiştir. Merhume hattattı. Hayli hanım hattat yetiştirmiştir. Kendisinin ve talebelerinin yazdığı âyat ve ehâdis levhalarının sadaka-yı câriye ve şefaatçi olacağını zann ve ümid ederiz.
Hacı Nazif Çelebi Beyefendi ile Müşerref Hanımefendi Süleymaniye’de Ayşe Kadın sokağında ahşaptan eski bir Osmanlı konağında otururlardı. Bu konak, içindeki tarihî ve değerli hüsn-i hat levhaları ile adeta bir müzeye benzerdi. Çelebi ailesi çok cömertti. Bu evde zaman zaman şehrin ulemasının, ürefanın, meşâyihin, Müslüman yazar ve gazetecilerin, Müslüman akademisyenlerin katıldığı ziyafetler verilirdi.
1951 miydi 52 miydi hatırlamıyorum Galatasaray’da öğrenci olduğum sırada ilk defa
gitmiştim. O gün üniversitelerden Müslüman öğrenciler gelmişlerdi, konak lebâleb doluydu. Hatırlıyorum,
damadı
gençlere hitaben konuşma yapıyordu. Daha sonra bu konağa çok gidip geldim. Bir keresinde
oraya iftara gidiyorduk, Dişçi Mektebi’nden Süleymaniye’ye yürürken Üstad, “Şevket ister misin, biz konağa gelmeden iftar topu atılsın” demişti. “Birkaç yüz metre kaldı yetişiriz” demiştim… Geçmiş gün… Önemsiz bir hâtıra. Hatırıma geldi.
Cenab-ı Hakk Müşerref Hanımefendi’ye, Hacı Nazif’e, âhirete intikal etmiş bütün mü’minlere rahmetiyle muamele buyursun. Bir Fâtiha okuyanların, vefâtlarından sonra Fâtiha-hânları çok olsun! 02 Temmuz 2007