Çarşamba

 

Daha önce yazmıştım, tekrarlamak istiyorum. Yıl 1947, Galatasaray mektebinin orta kısım ikinci sınıfındayım, yaşım on dört. Tarih hocamız Raşid bey Osmanlı devrinde birkaç defa nazırlık (bakanlık) yapmış soylu ve kültürlü bir zat. O zaman kıyak emeklilik falan yok, âhir ömründe geçim sıkıntısı çekiyor ve eski bir öğrencisi olduğu meşhur okulda tarih öğretmenliği yapıyor. Raşid bey kısa boylu, başında şapkası, omuzlarında paltosu ile dolaşırdı. Eski nesilden olduğu için edebî Türkçesi kuvvetliydi, Fransızcayı da o lisanla kitap yazacak kadar iyi bilirdi. Çok güzel ders anlatırdı. Bir gün tarih dersinde kendisini hayranlıkla dinlerken kürsüden öfkeyle kalktı, şapkasını ve paltosunu aldı kapıya doğru yürüdü. Biz öğrenciler “Hocam ne oldu, nereye gidiyorsunuz?” demeye başladık. O döndü ve şu sözleri söyledi:

“- Ben buraya Galatasaraylı efendilere ders vermeye geliyorum, tulumbacılara değil!..” dedi, kapıyı açtı ve çıkıp gittiydi.

Sonradan anladık ki, meğerse arka sıralarda taşralı çocuklardan biri gürültülü bir şekilde parmaklarını çıtlatmış, İstanbul edeb ve terbiyesine aykırı bu hal üzerine hoca da kızmış gitmiş…

Ben de Galatasaray’a köyden, taşradan gelmiştim. Böylece yeni bir edeb kuralı öğrenmiş oldum.

Büyüklerden birine sormuşlar: Bunca edeb, nezaket ve terbiyeyi nereden öğrendiniz? Şu cevabı vermiş: Kendi edebsizliklerimden…

Son otuz kırk yıl içinde Türkiye’de edeb, terbiye, nezaket, insanlık, medeniyet çok geriledi. Birkaç gün önceki bir haberde şöyle deniliyordu: Bir karı koca trafik kazasına uğramış, ağır şekilde yaralanmış, etraftan yardıma koşmuşlar…Sonra anlaşılmış ki, zavallıların üzerlerindeki para ve kıymetli eşya çalınmış… Yorum yapmayayım….

Bundan otuzbeş sene önce hava almak için Büyükada’ya gidiyordum. Mevsim yaz, vapurun açık kısmında oturuyorum. Birden rüzgar kafama bir şey getirip çarptı, bir sigara kutusu. Kutuyu denize atan adama baktım, nezaketen bir özür beyan etmesini, “Kusuruma bakmayınız efendim…” demesini bekliyorum. Adam ben kendisine bakınca diklendi, “ne bakıyorsun be” dedi, “Ben atmadım, rüzgar attı…” diye ilave etti. Meğerse pek nazik ve terbiyeli insanmış.

Seviye her geçen gün düşüyor. Bir ara tramvaylarda şöyle bir anons yapılıyordu: “Yaşlılara, hamilelere yer verdiğiniz için teşekkür ederiz…” Bir ülkede yaşlı ve hamilelere yer verilmesi için böyle ilanlar ve hatırlatmalar yapılmak ihtiyacı varsa o ülke, batmış demektir.

Okulların, millî eğitim sisteminin iki ana gayesi vardır: Biri bilgilendirmek, ikincisi ahlâk ve karakter terbiyesi vermek. Bizdeki eğitimin iki fonksiyonu da iflas etmiştir. Liselerde öğretmenlik yapan tanıdıklarınız varsa onlara sorunuz, “Gençliğin durumu nasıldır?” diye. Feci, üzücü, kahr edici şeyler duyacaksınız. Uyuşturucu, seks, sigara, serserilik, terbiyesizlik yaygınmış. Bütün gençleri, tüm öğrencileri elbette itham etmiyorum. Çalışkan, terbiyeli, efendi, haddini bilen, ahlâklı, faziletli, yüksek karakterli gençlerimizi ve çocuklarımızı tenzih ediyorum.

Maalesef yeni nesiller uzun yıllardan beri sistemli, planlı, programlı şekilde bozulmaktadır. Türkiye’yi yıkmak, yere sermek isteyen bir takım kötülük güçleri; başta gençlik olmak üzere halk yığınlarını bozmak, dejenere etmek, ahlâksızlaştırmak, avare ve serseri kılmak için şeytanî planlar yapmışlar ve bunları -maalesef başarı ile uygulamışlardır. Planlı ve devamlı telkinlerle beyinler yıkanmış ve para en büyük değer haline getirilmiştir. Sonra gençliğin cinsel duyguları kışkırtılmıştır. İçki, sigara, uyuşturucu teşvik edilmiştir. Büluğ çağındaki kız çocuklarını liselere mini etekle göndermenin manası var mıdır?

Varoş kültürlü İslâmî hareket şehir çocuklarını kurtarmak için bir şey yapamamaktadır. Misyoner hareketleri bütün yurdu örümcek ağı gibi sarmıştır. İslâm’dan kopan bazı çocuklar ve gençler, kimisi gizlice, kimisi açık şekilde Hıristiyan kiliselerine girmektedir.

Gençliğe, halka, okumuş tabakaya ahlâk, karakter, fazilet, edeb, erkan veren bütün müesseseler yıkıldı. Sonunda bugünkü yozlaşma, bozulma, seviyesizlik meydana geldi. Ülkenin büyük bir müessesesine yeni gelenlere, boyunlarına asılacak bir torba veriliyormuş; paranızı, kıymetli eşyanızı buna koyun deniliyormuş. İş bu dereceye gelmiştir.

Eskiden İstanbul’da çok usta, çok mahir yankesiciler varmış, adamın gözünden sürmeyi, hissettirmeden çalarlarmış… Şimdi hırsızlık, yankesicilik, tokatçılık, çarpıcılık o kadar ilerledi ki, gözden sürme çalan eskiler bunların yanında pek cüce kalır.

Birkaç ay önce İstanbul’un büyük ve kalabalık meydanlarından birinden geçerken bir işportacı arkamdan ismimle çağırdı, geri döndüm, ne istediğini sordum:

“- Allah aşkına tanıdığın büyük bürokratlara, politikacılara söyle de bu rezalet ve cinayete engel olsunlar, bir tedbir alsınlar…” dedi. Adamın içinin yandığı konu şuymuş: Meydanda müzmin şekilde faaliyet gösteren hırsızlar, yankesiciler, kapkaçcılar “birileri” ile ortak çalışıyormuş… Benim onlarla uğraşacak gücüm ve halim var mı? Uğraşmaya kalksam, tozumu havaya savururlar. İstanbul’un yeni valisine gidip anlatsam diyorum, cesaret edemiyorum. Yerin kulağı vardır. Duyarlar ve kötülük ederler.

Eski komşuluk kaldı mı? Öyle bir toplum olduk ki, insan insanın meleği değil, kurdu oldu. Mardin’de on iki yaşındaki kıza kaç kişinin tecavüz ettiğini gazeteler yazdı.

Türkiye’nin en büyük sektörü soygun, kokuşma, talan, hortumlamadır. Sonra uyuşturucu ticareti ve trafiği ve bin türlü haramyiyicilik. Hiçbir gazeteci bunlarla uğraşamaz. Adamın otomobilinin altına bir bomba koyarlar, gaza basınca “buuum!” havaya uçar, bin pare olur.

Bütün kesimler pisliğe battı. Bazı İslâmcıların ne haltlar yediklerini duyuyorum. Bir müddetten beri “Ülkücü mafya”dan bahsediliyor. Ülkücü mafya olur mu? Olmuş işte.

Türkiye’de devletin bütçesinden fazla kara ve haram para varmış. Bazıları bu paralar iktisat hayatına, ticarete, sanayie kazandırılsın diyor. Behey sersemler, bu kara ve haram paralardan hayır gelir mi hiç. 06 Mart 2003