Ahlâk ve Hizmet
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Ocak 2019
Bediüzzaman hazretlerinin büyük ve güçlü taraflarından biri de onun son derece mütevâzı, son derece kanaatli, son derece münzevi bir hayat sürmüş olmasıdır.
Kût-ı lâ yemût ne demektir? Ölmeyecek kadar az azıkla geçinmek demektir. Eşyası yoktu. Yatak yorgan, çamaşır, ayakkabı… Tencere, tava, çaydanlık, çay ve su bardağı… Geliri yok denecek kadar azdı.
Ömrünün son otuz beş yılı sürgünde ve hapiste geçmiştir. Bazen dışarıdaki hayatı hapishanedekinden daha sıkıcı ve zor olurdu. Kimseyle görüşmesi istenmezdi. Çünkü din, iman, Kur’ân, Şerîat, Sünnet hakîkatlarını anlatıyordu.
Materyalist zihniyetlere göre bu anlattığım hal aczin son derecesidir. İşte böyle bir acz ve yokluk içinde bu zat hârikalar meydana getirmiş, büyük mânevî fütuhat yapmıştır.
Bugün bazı Müslüman ileri gelenler büyük bir saltanat, debdebe, şaşaa içinde yaşıyor. Öyle tanınmış “efendiler” var ki, doların milyarlarına hükm ediyor. Lüks ve müzeyyen kâşanelerde yaşıyorlar, lüks binitlerle geziyorlar, etraflarındaki hadem ve haşemin (hizmetkârların, bendegânın) haddi hesabı yok, sofralarında kuş sütü bile var, puflu kaz tüyünden yapılmış rahat döşeklerde uyuyorlar, bol gıda aldıkları için semirmiş vaziyetteler.
Bu efendilerin dünyaları mâmur ama hizmetleri pek güdüktür. Zühd olmadan hizmet olmaz. Zühd dünyaya ve dünya zenginliklerine sırt çevirmek demektir. Asıl zenginlik budur. Resûl’ün “El-fakru fahrî” dediği zenginlik.
Bundan 37 yıl önce Mekke-i Mükerreme’de bir şeyh efendinin akşam yemeği sofrasında bulunmuştum. Yemekler az ve mütevazı idi. Altı kişi miydik, yoksa yedi kişi mi, şimdi hatırlamıyorum, sofranın etrafındakilere meyve olarak sadece bir elma vardı. Bunu soydular, kaç kişi varsa o kadar parçaya ayırdılardı.
Allah’ın insanlara en güzel model ve örnek olarak gönderdiği Resûl mütevâzı ve alçakgönüllü yaşamışlardır. O’nun vârisleri, vekilleri, halifeleri durumunda olanlar da.
Âhir zaman Müslümanları lükse ve israfa düşkün oldular. Zâhid olmak, mütevâzı ve alçakgönüllü olmak, basit bir hayat sürmek ayıp sayılıyor, sahibi için zül addediliyor.
Meskenin basit mi, kıymetin yoktur. Otomobilin basit ve ucuz mu, sen hakirsin ve horsun. Gelirin az mı, sen zavallı bir kimsesin. Sofran fakirâne mi, vah sana, yazık sana, eyvah sana… Ucuz ve kalitesiz mi giyiniyorsun, sen acınacak bir kişisin. Evet zamane insanları ilme, irfana, ahlâka, fazilete, hünere, mârifete, hikmete bakmıyorlar; paraya, zenginliğe, lükse, israfa nazar ediyorlar.
Ya Rabbi bu memlekette ne korkunç bir inkılap olmuş! Milyonlarca çocuğumuz ve gencimiz mütemâdiyen (devamlı olarak) zehirleniyor, şeytanî telkinlerle ifsat ediliyor:
-Yavrum çok kazanmalısın, iyi ve lüks bir hayat sürmelisin.
-Yavrum biz iyi yaşamadık, çok sefalet çektik, bari sen iyi yaşa, lüks ve sefahat içinde ömür sür, Nemrud ve Firavun gibi saçıp savur.
İslâmî kesimde yığın yığın, sürü sürü yarı-mühtedi yetişti ve bunlar hayata atılınca kuduz bir hırs ve iştiha ile dünya nimetlerine ve zenginliklerine saldırdı.
Eskiler “Ed-dünya cîfetün ve tâlibüha kilâbun” derlerdi. Şimdi dünya cîfe değil, gayelerin gayesi, emellerin emeli oldu.
Yarı mühtediler aç köpekler gibi dünyanın haram gelirlerine yöneldiler.
“Şimdiye kadar dinsizler yedi, bundan sonra biraz da Müslümanlar yesin…” Bazıları bu felsefe ile haram ve necis kazançlar elde etti.
Birtakım aç köpekler Şeytan aleyhillâneye müracaat ettiler ve ondan “Bozuk düzenlerde bozuk şeyler yapılabilir” fetvasını aldılar.
1950’li, 60’lı yılları hatırlıyorum. Müslümanlar ümit doluydu. İmanlı nesiller yetişecek ve onlar Türkiye’yi pisliklerden temizleyecekti. Aradan uzun yıllar geçti ve merhum üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi bir de baktık ki: “Kırk yıl boyunca ellerimizi ağzımızın iki yanına koyup nefeslerimizin sıcaklığı ile erittiğimiz buzdağının çamurları içinde kalmışız…”
70’li yılları düşünüyorum. Radikal mücâhidler ne kadar heyecanlı ve tâvizsizdi. Kendileri gibi düşünmeyenleri, kendilerini desteklemeyenleri ihanetle, küfürle, döneklikle, düşmanla işbirliği yapmakla suçluyorlardı. Ya Rabbi, o ne fırtına, o ne toz dumandı. Sonra aradan seneler geçti. Fırtına duruldu, toz duman dağıldı ve bir de baktık ki, o eski radikal mücâhidlerin çoğu müteahhid olmuş, malı götürmüş, köşeyi dönmüş…
Hazret-i Ali kerremallahu vecheh ve radiyallahu anh efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Eşrara ilim öğreten, eşkıyaya silâh temin etmiş gibi olur…” Yâni: Kötülere ilim öğreten, haydutlara silâh sağlamış gibi olur. Bir toplum için en büyük felâket, okumaması gereken vasıfsızların okutulmasıdır. İslâm yücedir, ondan yüce bir nizam yoktur. Böyle bir dine ve nizama hizmet edecek kimselerin son derece vasıflı, kaliteli, ahlâklı, haysiyetli, hikmetli olmaları gerekir.
Yedi sülâlesi sabıkalı hırsız, yankesici, kapkaçcı olan bir çocuğu çilingirin yanına çırak olarak verirseniz ona bir meslek kazandırmış olmazsınız, azılı bir hırsız yetiştirmiş olursunuz. Mâyesi bozuk bir çocuk medreseye verilirse ileride Şerîat ilimlerini temelinden dinamitleyecek işler yapar.
Toprağı ve kerestesi çürük birini tarîkata sokarsanız, tarîkatı ifsad eder. Son yarım asırda bu memlekette islâmî hizmet ve faaliyetler için (mübalâğa etmiyorum) bir trilyon dolar toplanmış ve harcanmıştır. Yahu bu kadar büyük para ile Türkiye Müslümanları bir kere değil, on kere değil, yüz kere kurtulabilirlerdi. Lâkin kurtulacağımıza her geçen gün biraz daha battık.
Çünkü bir uğursuzluk vardı. İslâm’a hakkıyla hizmet edenleri tenzih ederek söylüyorum, dinî hizmetler konusunda çok yanlış işler yapılmıştır. Dinî hizmetler için toplanan paralardan çok kişi
olmuştur. Ahlâksızlığın ve faziletsizliğin yanında bizi geri zekâlılık da çok yakmıştır.
Kafaları çalışmayanlar beton binalara milyarlarca dolar yatırdılar. Kırk bin müzeyyen, şaşaalı, lüks cami yerine kırk bin gerçek ve vasıflı hoca yetiştirmiş olsaydık… İslâmî eğitimde ve okullarda, kurslarda rakam ve kelle sayısı çokluğu yerine keyfiyete, vasfa önem verseydik.
Doğrudürüst bir plan ve program dahilinde hizmet etseydik. Kur’an’ın, Sünnetin, Selef-i Sâlihînin reçeteleri ile çalışsaydık. Biz çoktan kurtulmuş, çoktan düze ve selâmete çıkmış olurduk.
“Efendim biz çok çalıştık çabaladık ama dinsizler, kâfirler, münâfıklar bize fırsat vermediler…” “Bizim hiçbir kabahatimiz ve kusurumuz yoktur. Bütün suç, kabahat ve kusur bize karşı olanlardadır…” Yok canım! Münâfık deyip durma, git aynaya bak, münâfığı görürsün…
İslâm ne dinidir? Hesap kitap dinidir. Dinimiz bize “Allah her insana müekkel (vazifeli) melekler tâyin etmiştir, onlar o kulun iyiliklerini ve kötülüklerini yazarlar” diyor. Son yarım asırda islâmî hizmet ve faaliyetler yapanlar mal ve servet beyanında bulunsunlar, kendilerinin, yakınlarının, gizli kasalarının servetlerinin dökümünü açıkca bildirsinler.
1. Hesapları tertemiz çıkanların ellerini ve ayaklarını öpelim.
2. Hesapları bulaşık ve kirli olanların yüzlerine tükürelim.
Maalesef bir kısım Müslümanlar yakın tarihte mal, para, servet konusundaki imtihanı yüz akı ile verememiştir. Bazı Müslümanlar ihalelere fesat karıştırmış, işlerden komisyon almış, bozuk sistemin bütün pisliklerine bulaşmıştır. İslâmî kesimde de kara parayla zengin olmuş kimseler ve aileler türemiştir.
“Ben Müslümanım, ben Muhammedîyim” demekle iş bitmiyor. Müslümanlığın, Muhammedîliğin temel prensiplerinden biri istikamettir, yani doğruluktur.
Para konusunda temiz olmayan bir Müslüman temiz, iyi, gerçek bir Müslüman değildir.
Ey Müslümanlar! Yatakta uyumayı, ayakta uyumayı bırakınız da gözlerinizi açınız. İstikamet, ahlâk, fazilet, doğruluk, dürüstlük, hikmet olmadan kurtuluş olmaz, hizmet olmaz. 07 Mart 2006