PerşembeAmerikan asıllı bir Şazelî şeyhi gördüm. Müslüman elbiselerine bürünmüştü ve başında mensubu bulunduğu tarikatın tacını

(sarığını)

taşıyordu. İyi Arapça biliyormuş ve Şafiî fıkhının önemli kitaplarından birini İngilizce’ye çevirmiş. Şeriat hükümlerine sımsıkı bağlı, edeb ve erkân bilir olgun bir Müslüman olduğu anlaşılıyordu; nezahat ve vakar sahibiydi.

Şazelî büyüklerinden kutbü’l-ârifîn ve gavsü’l-vâsilîn şeyh

Darkavî

hazretlerinin bir mektubunu okuyarak cemaate nasihat ettikten sonra, yöneltilen suallere cevap verdi.

Üniversitede başörtüsü ile okuyamayan Müslüman kızların, fakülte kapısında başlarını açıp, dışarıya çıktıkları zaman tekrar kapatmak suretiyle okuyup okumamalarının caiz olup olmadığı hakkındaki soruya,

“Bunu bana değil, takva sahibi müftülere sorun”

cevabını verdi.

“Kredi kartı kullanmak helâl midir?”

sorusuna

“Değildir, çünkü içinde faiz vardır”

dedi.

“Namaz kılmayan sûfî olabilir mi?”

sorusuna, olamaz dedi.

Farz namazları cemaatle kılmanın hükmü

soruldu. O hususta da Şeriat’ın emri neyse onu söyledi, Peygamber cemaate büyük önem vermiştir, farz namazlar cemaatle kılınmalıdır karşılığını verdi. Kulların Allah ile olan muamelelerinde sıdk

(doğruluk)

ile hareket etmeleri üzerinde durdu. Yanımda bulunan cemaatten biri,

“Şeyh efendiye sizi tanıtalım mı?”

deyince buna râzı olmadım. Ben önemli bir şahsiyet değildim ve tanıtılmam gereksiz olurdu.

Amerikalı bu Şazelî şeyhi

Ürdün’de ikamet ediyormuş.

İslâm dünyasının böyle şeyhlere, din hocalarına büyük ihtiyacı var.

Çünkü İslâm dünyasında Batı’ya, bilhassa Amerika’ya büyük rağbet var. İslâmî hakikatlar, Şeriat nurları oradan gelirse kütleler ve gençlik daha kolay kabul edecektir.

Amerikalı şeyh efendinin toplantısında dünya işlerinden bahsedilmedi, para toplanmadı.

Bir kısım yerli Müslümanların din işleri ile para toplama işini birbirine karıştırmış olmalarından dolayı bazen öfkeleniyor, bazen de üzülüyorum.

Din, iman, Kur’ân, Şeriat, tarikat, tasavvuf gibi yüce gerçekler para toplamaya, bezirgânlığa asla âlet edilmemelidir.

Milad’ın onbeşinci asrında Papalık, endüljans satışı ile Katolik Kilisesi mensuplarını soyuyordu.

Cenneti parsellemişler, para verene arsa satıyorlardı.

Ne çirkin, ne iğrenç bir ticaret,

Müslümanlar böyle yollara tevessül etmemelidir.

Mutlaka para ile yapılabilecek bazı dinî hizmetler ve faaliyetler vardır, onlar nasıl halledilecektir?

Bunun da yolu vardır. Müesseseler kurulur, bunların muhasebesi, hesabı kitabı belli olur, o şekilde çalışılır. Din adına hesapsız, kitapsız, muhasebesiz, rastgele para toplamak doğru değildir.

Yakın tarihlerde

İslâm gazeteleri ve televizyonları çıkartmak için

Müslüman kadınların mücevherleri, bilezikleri toplandı; büyük kısmı Almanya’dan olmak üzere

yekün itibarıyla milyarlarca dolar bağış alındı.

Bu paralar ne oldu? Yerli yerine sarf edildi mi? Bunlarla ne gibi gazeteler ve televziyonlar kuruldu, ne gibi hizmetler yapıldı.

Neyse… Yine tasavvuf konusuna dönelim.

Türkiye’nin Müslümanlaşmasında İslâm tasavvufunun büyük rolü ve hizmeti olmuştur.

Tarikatlar yasaklandı, tekke ve zaviyeler kapatıldı ama tasavvuf yine vardır. Tarikatların, tasavvufun tekke, dergah, zaviye binalarına ihtiyacı yoktur. Şu engin âsüman, şu geniş yeryüzü büyük bir tekke gibidir. Her yerde zikir yapılabilir, evrad okunabilir, namaz kılınabilir. Biz Müslümanların, Allah’a ibadet etmek, O’nu anmak için takdis edilmiş mekânlara ihtiyacımız yoktur. Son yetmiş beş sene içinde tarikatların, şeyh efendilerin, dervişlerin büyük hizmetleri geçmiştir. Onlardan bazısı bu din-i mübin-i İslâm için canlarını bile verdiler, nice şeyh ve mürid idam sehpalarında sallandırıldı. Makamları cennet olsun, onları hayır dua ile anıyoruz.

Bütün insanlar için olduğu gibi Müslümanın da en büyük düşmanı kendi nefs-i emmâresidir. İşte tasavvuf nefs-i emmâre canavarı ile mücadele eden, olgun Müslüman, iyi insan yetiştirmeye çalışan mukaddes bir müessesedir. Tarikatları ve tasavvufu dejenere etmek isteyen habîsler İslâm’ın ve Müslümanların en büyük düşmanlarıdır.

Tarikatlarda özel kıyafetler, takkeler, sarıklar vardır ama esas olan onlar değildir. Taç ve hırka ile ne şeyh olunur, ne mürid.

Derviş olmak çok zordur. Hakikî bir şeyhin elinde seyr-i sülûk yapmak, merhaleler kat’ etmek, çilelere girmek gerekir. Bir şeyhin elini öpeceksin ve derviş oluvereceksin. Yağma yok! Böylelerine muhib denir. Kendilerini derviş sanmasınlar, caka satmaya kalkmasınlar.

Tarikat banka, finans kurumu, holding değildir.

Hiçbir şeyhin ve yakının tasavvuf ve tarikat perdesi altında zenginleşmeye, servet sahibi olmaya hakkı yoktur.

Eski ehlullah efendilerimiz ekmeklerini tuza banarak yemişler, kimseden bir ücret kabul etmemişlerdir. Muhammed aleyhisselatu vesselamın yolu budur.

Bir şeyhe en yakışmayan şey gurur, kibir, büyüklenmektir. Şeyhler ve gerçek ulema, zaruret olmadıkça devlet büyüklerinin, sultanların huzurlarına gitmezler.

Büyük Selçuklu Sultanı Sencer, İmamı Gazalî’yi çağırtmış,

o büyük imam dâveti kabul etmemiş, bunun üzerine sultan,

“getiriniz”

emrini vermişti. Hüccetü’l-İslâm İmamı Gazalî hazretleri huzura getirilince Sultan tahtından inmiş, oraya o büyük âlimi oturtmuştu.

İmamı Gazalî o büyük hükümdara ağır sözler söylemiş,

“Senin askerlerinin ve avanenin enseleri kalın ama halkın boyunları fakr u zaruretten çöpe döndü”

diyerek kendisini uyarmıştı. Sultan bu ağır tenkitleri hürmetle ve başını eğerek dinlemişti.

İşte âlim böyle olur,” sultan da böyle olur.

Hârunü’r-Raşid İmam-ı Malik hazretlerini sarayına dâvet etmişti.

O koca imam, bu dâveti kabul etmemiş,

“İlim sultanların huzuruna gitmez, hükümdar hazretleri bizimle görüşmek istiyorsa medresemizi teşrif buyursun”

cevabını yollamıştı.

Büyük müctehid ve mürşid

İmam-ı Süfyan-ı Sevrî hazretleri

de Halifenin böyle bir dâvetini sert şekilde reddetmiş, ona çok ağır bir cevabnâme göndermişti.

Halife bu cevabı alınca ağlamış ve mektubu saklayarak zaman zaman okumuş, ibret ve ders almıştır.

Tasavvuf, tarikatlar, şeyhlik ve dervişlik maddî dünya menfaatlerinin, politika entrikalarının, her türlü süfliyatın üzerinde tutulmalıdır.

Zühdsüz tasavvuf olmaz.

Şeriatsız tarikat olmaz. Yüksek İslâm ahlâkına uygun olmayan tasavvufî faaliyetler gerçek tasavvuf değildir.

Resulullah efendimizin

(Salat ve selâm olsun ona),

Ashab-ı güzinin, Selef-i Sâlihîn’in, Ehl-i Beytin, her asırda gelip geçmiş mücedditlerin, kutubların, gavsların, üçlerin, yedilerin, kırkların, ehlullah ve veliyullah efendilerimizin, rical-i gaybın ruhaniyetleri üzerimize sâyeban olsun. Onların duaları berekatıyla yer ayağımızın altından göçmüyor, gökkubbe başımıza çökmüyor; Allah bizi koruyor, bize mühlet veriyor. Kendimizi islah etmeliyiz. 08 Aralık 2000