Amerikancıymışım!..
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 29 Ocak 2019
Cuma
1969 yılının Şubat ayında hac için Arabistan’da bulunuyordum. Türkiye’ye geri dönmem bahis konusu değildi; çünkü yazı ve düşüncelerim dolayısıyla ağır hapis cezasına mahkûm edilmiştim. Yargıtay bu cezayı tasdik etmişti, havaalanına iner inmez tutuklanıp zindana atılacaktım. O sıralarda, Meclis’te üç ayrı basın affı tasarısı bulunuyordu. Bunlar kanunlaşır, hapis cezam kalkar öyle dönerim diyordum.
O zamanlar, bugünkü gibi cep telefonu falan yoktu. Suudî Arabistan ile Türkiye arasında doğrudan doğruya telefon bağlantısı da yoktu. Telefonla görüşmek istersen bir gün önce postahaneye müracaat edeceksin, İtalya üzerinden hat temin edecekler, bir gün sonra belki görüşebilirsin…
Hac zamanı posta işleri aksıyordu. Ne mektup, ne gazete geliyordu. Yahut geliyordu da dağıtılamıyordu. Türkiye’de olup bitenlerden haberim yoktu.
İstanbul’daki hadiseden günler geçtikten sonra, Cidde havaalanında yere atılmış bir Türk gazetesi gördüm, aldım, büyük başlıklarla İstanbul’da Taksim’de Kızıllarla Müslümanlar arasında çatışma çıkmış, iki kişi ölmüş diyordu. Birkaç gün sonra olay hakkında tafsilat elde edebildim.
O tarihte Millet Meclisi’nde, 27 Mayıs 1960 darbesini yapan subaylar “tabiî senatör” olarak bulunuyordu. Bunlardan biri kalkmış, kürsüye çıkmış, “Bu hareketi yurt dışına kaçmış olan M. Şevket Eygi kışkırttı” demiş.
Gençler 1969 Türkiyesini bilmezler. Bizde yazılı kültür çok zayıf olduğu için toplumsal hafıza da yoktur. O günlerin bazı önemli hadiselerini hatırlatayım:
O günlerde iki günlük gazetenin sahibiydim. Biri Bugün, diğeri Babıalide Sabah. Bugün canlı, hareketli, tesirli bir gazeteydi.
Biz Müslümanlar, mevcut bozuk düzenin taraftarı değildik ama onun yıkılıp, yerine daha bozuk, beter, berbat bir kızıl düzen gelmesini, yağmurdan kaçarken doluya tutulmayı elbette istemezdik. Bir yandan Ankara’daki rejimi tenkit ediyor, muhalefet yapıyor, öte yandan kızıl terörü ve hareketleri lanetliyor, aleyhinde bulunuyorduk.
1968 ile 1971 yılları arasında Bugün gazetesi vasıtasıyla “Büyük cemaatli sabah namazları” hareketini başlatmıştık. Daha önceden İstanbul’daki büyük bir caminin ismini veriyor, filan tarihte burada sabah namazında buluşalım diyorduk. İlk namaz Beyazıt’ta kılınmıştı. Cami tıklım tıklım dolmuştu. İkinci büyük cemaatli sabah namazı 1968’in bir Haziran pazarında Sultanahmet’te tertiplenmişti. Caminin içi, üst katları, avlusu, etrafı dolmuştu. İstanbul’dan ve yurdun her yerinden bu namaza katılanların sayısı otuz bin olarak tahmin edilmişti.
O zaman Boğaz Köprüsü henüz yapılmamıştı. Üsküdar’da oturuyordum. O geceyi Aksaray’da bir müezzin dostumuzun meşrutasında geçirdim, gece fecre doğru yola çıktım, Sultanahmet Camii’ne yaklaşınca bir de ne göreyim: Cami ışıl ışıl aydınlatılmış. Etrafı yakın ve uzak şehirlerden bu namaz için gelmiş otobüslerle dolu. Halk, Mekke’de ve Medine’de olduğu gibi bütün kapılardan akın akın camiyi dolduruyor. İçeriye girdim, müezzin mahfeline çıktım. Cami hınca hınç doldu. Sünnet kılındı, o pazar nöbet ikinci imam Erzurumlu Şerafeddin Efendi’de idi. (Birinci imam merhum Gönenli Mehmed Efendi’ydi.) Farz da kılındı, sonra tesbihat, mihrabiye ve cemaat sessiz sedasız dağıldıydı.
Kimler gelmemişti ki… Van’dan uçakla, Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin eski has talebelerinden elektrikçi Hamid Kuralkan (Molla Hamid), yine Erzurum’un ilçelerinden Ilıca Şeker Fabrikası’nda çalışan bir mühendis. Adapazarı’ndan, Bursa’dan, daha nice civar vilayetlerden ve ilçelerden özel otobüsler tutulmuş ve bu ibadete katılınmıştı.
Ateist kızıl anarşistler terör hareketleri yaparken, Müslümanlar da böyle medenî, mânalı, dinin ruhuna uygun hareketler içindeydi. Bugün gazetesinde, kızılların bir darbe ihtimaline karşılık halk yığınlarını uyarıyorduk. Türkiye’den Küba’daki Castro rejimi gibi ateist, din düşmanı, hürriyet katili bir kızıl rejim kurulmasına izin vermeyecektik.
Mevcut düzen veya sistem iyi değildi ama kızıl bir diktatörlükten ehvendi. Biz Müslümanlar “Ehven-i Şerreyni tercih etmek” (iki kötüden hafif olanını seçmek)
zorundaydık, akıl ve vicdan böyle gerektiriyordu.
Daha sonra bazı medya kalemşörleri tarafından “Kanlı Pazar” olarak adlandırılan Taksim’deki hadise memleketin toz duman içinde bulunduğu, kızılların mevcut rejimi devirip, yerine bolşevik bir diktatörlük kurmak istedikleri çalkantılı ve karışık bir ortamda cereyan etmiştir.
O pazar günü, İstanbul’un büyük camilerinden birinde yine toplu sabah namazı kılınmış, aynı gün kızıllar Taksim’de, Boğaz’da demirli bulunan 6’ncı Amerikan filosunu protesto etmek bahanesiyle bir yürüyüş yapacaklarmış. Toplu sabah namazını kılan Müslümanlar dağılmamış, Taksim’e doğru yola çıkmış. Öğle namazı vakti Dolmabahçe’ye gelmişler, bir kısım halk namazı orada kılmak istemiş, “Burası askerî bölgedir…” denilerek izin verilmemiş. Müslümanlar da parklarda, çimenler üzerinde namaz kılmışlar. Ertesi gün, bizim Babıali’nin Pravda’sı gazetede: “Bu gericilerin kıblesi Amerikan 6’ncı filosudur…” denilmiş kıbleye doğru namaz kılan Müslümanların önünde Boğaz’daki Amerikan gemileri var ya… Bu adamların medya etiği, insafı, vicdanı bu kadardır.
Öğleden sonra kızıllar bir taraftan, Müslümanlar bir taraftan Taksim’e çıkmışlar. Çatışmalar olmuş, iki kişi ölmüş. Benim bu hadiselerden haberim yok… Günler sonra öğrendiğimi yazımın başında beyan etmiştim. Ertesi gün Sabataycı, İslâm karşıtı, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını tutan ne kadar gazete ve yazar varsa feryadı basmışlar: Saldırgan gericiler Kanlı Pazar yaptı…
Bu yaygaralar bugün de devam ettirilmektedir. Ne yazık ki, bazı radikal ve ilerici İslâmcılar da ateist kızıllarla dil birliği yapmakta bizi bu hadisenin kışkırtıcısı ve sorumlusu olarak göstermektedir.
(1) Rejimi devirip yerine kızıl bir diktatörlük kurmak, Türkiye’yi Sovyetler Birliği’nin uydusu haline getirmek isteyen solcular yürüyüş, miting, protesto hareketi yapabilir ama Müslümanlar yapamaz.
(2) Onlar Müslümanları Amerikan taraftarı olarak görüyor, hattâ gemilere yakın sahilde namaz kılanların kıblesinin 6’ncı Filo olduğunu iddia ediyordu.
(3) Bu adamlar, daha sonra yakalanan, işledikleri cinayetler ve terör hareketleri yüzünden idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını birer hürriyet kahramanı olarak görmekte, “Fidancıklar asıldı” diye ağıtlar yakmaktadır.
(4) Memleketimi, halkımı, devletimi (düzeni değil!) kızıl felaketten korumak için çalıştığım, Müslümanları kızıl teröristlere karşı uyardığım, teşkilatlandırdığım için beni “Kanlı Pazar olayının tahrikçisi” olarak göstermekteler.
Birtakım insafsız kimseler beni Amerikancı olarak görüyor ve gösteriyor. Hayatımın hiçbir devresinde Amerikancı olmadım. 1969’da Amerika benim nazarımda ehven-i şerreyn (iki kötüden hafif olanı) idi. O tarihte dünyada iki süper güç vardı: Amerika ve Sovyetler Birliği. Sovyetler Birliği eşedd-i şerreyn (iki kötüden en şiddetlisi) idi. 1944’te Kırım Tatarlarını, Kafkasya Çeçen ve İnguşlarını hayvan vagonlarına doldurtup sürmüşler, zavallı din kardeşlerimizin yarısı yolda feci şartlar altında şehid olmuştu. Bolşevik ihtilalinden sonra Rusya pençesi altındaki İslâm-Türk ülkelerinde camiler kapatılmış, yıkılmış, hattâ bazısı “Dinsizlik Müzesi” yapılmıştı. Bezbojnikler (Allahsızlar) cemiyeti
Marksist sistem milyonlarca Müslümanı öldürmüş, gulaglarda süründürmüş, ezmiş, sindirmişti. Müslümanların din okulları kapatılmıştı; namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, din eğitimi vermek yasaktı. Marksist sistem İslâm’ın ve Müslümanların en büyük düşmanıydı. Türkiye’de kızıl bir rejim kurulması Türklük ve Müslümanlık için en büyük felâket olacaktı. Bir Müslüman olarak elbette böyle bir teşebbüse karşı çıkacaktım.
Ülkemi, halkımı, devletimi severim, korurum ama hiçbir zaman ne bizdeki bozuk düzenin, ne de Amerika’nın taraftarı olmuşumdur. Kızıl tehlikeye karşı, ehven-i şerreyn olan Amerika’yı tercih etmek kesinlikle Amerikancılık olarak tavsif edilemez. Zerre kadar iz’anı, insafı, mantığı, adalet duygusu olan böyle bir iddiada bulunmaz. (Bitmedi, devam edeceğim) 20 Kasım 2004