Cumartesi

 

Aradan 45 yıl geçti ama dün olmuş gibi hatırlıyorum.

Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil

hocamız Samsun senatörü seçilmişti ve Meclis toplantısına katılmak üzere Ankara’ya gidiyordu. Haydarpaşa tren istasyonundan bir akşam onu yolcu etmiştik. Yağmur Yayınevi sahibi İsmail Dayı bey, hoca ile birlikte gidiyordu. Yataklı vagon penceresinden biraz görüştük, sonra kalkış saati geldi, buharlı tren hareket ettiydi.

Ali Fuad Başgil hoca sivil Türkiye’nin büyük ve ezici çoğunluğunun Cumhurbaşkanı adayıydı. Onu sadece dindar vatandaşlar desteklemiyordu. Demokrasiye, çoğulculuğa, millî iradeye, hukuka inanan herkes ona saygı duyuyor ve devlet reisi olmasını istiyordu.

Tabiî, böyle bir şeyden bazıları ve birileri son derece rahatsız ve tedirgin oluyordu.

Ali Fuad Başgil hoca kimdi?

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Kürsüsü başkanlığından ayrılmış ünlü, güçlü, büyük bir hukukçu idi. Ordinaryüs profesörlük ünvanını kazanmıştı. Fransa’da tahsil yapmıştı.

Profesörlüğü, sadece üniversite kampüsünün duvarları içinde geçerli olan bir zat değildi; kaleme aldığı yazılarla bütün millete ışık tutuyordu.

Temiz bir şahsiyeti vardı. Kokuşmaya, kire pasa bulaşmamıştı. Kendisinin fazla bir malı ve serveti yoktu. Eşi Nüvide hanım zengin ve hânedan bir aileye mensuptu, onun serveti vardı. O da son derece şeffaftı.

Başgil Ankara’ya gitti, Meclis onu seçecekti, seçebildi mi? Seçemedi!

Çünkü birtakım zorbalar onu çağırıp tehdit ettiler.

“Efendi, sen cumhurbaşkanı seçilebilirsin ama birkaç gün sonra cesedin Çankaya’nın ıssız sırtlarında bir çukurda bulunur…”

dediler… Hoca İsviçre’ye sürgün gitti. Yine unutmuyorum, oradan bana bir mektup gönderip Fagnan’ın Fransızca “Ahkâm-ı Sultaniyye” tercümesini istemişti de posta ile göndermiştim. Orada bir müddet sürgün kaldı ve nice zaman sonra yurda dönebildi.

Ali Fuad Başgil’in suçu neydi de Cumhurbaşkanlığı önlenmişti? Onun birinci ve en büyük suçu Müslüman olması, Müslümanların haklarını koruması idi. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti iktidara geçince Dönmeler büyük şok geçirmişler ve öfke ve şaşkınlık içinde “irtica var!” yaygaraları kopartmışlardı. Hoca o tarihlerde “Hayır Efendiler İrtica Yoktur!” başlıklı bir yazı kaleme almış ve yaygaracıları kınamıştı.

Yine aynı hukuk fakültesinde ord. prof. olan Sıddık Sami Onar’ı baş tacı eden zihniyet, Müslüman olduğu, Müslümanları savunduğu, tarihî devamlılığa taraftar olduğu için Anayasa Hukuku Kürsüsü başkanlığı yapmış değerli bir hukukçuyu ölümle tehdit etmiş ve yurtdışına sürmüştü. “Kendisi gitti…” diyecekler çıkabilir. Hayır! Sürülmüştür.

Anlattığım baskı ve tehditler yapılmamış olsaydı, o tarihte iki kısımdan oluşan (biri Senato) yeni Meclis Başgil’i serbest ve hür bir şekilde Cumhurbaşkanı seçecekti. Tekrar ediyorum, bu zat sadece dindarların adayı değildi, bütün sivil güçlerin büyük çoğunluğu tarafından saygı görüyor ve destekleniyordu.

Lakin birileri, şu mâlum ve mâhut zihniyet seçtirmedi. Türkiye’de bir kopukluk vardır. Türkiye tarihî bir ârıza ve kazanın tesiri altındadır. Kopukluğa, ârıza ve kazaya taraftar olanlar Başgil gibi bir zatın devlet başkanı olmasını istemezler. Millî irade istese bile… Meclis’in yapısı böyle bir kişiyi seçmeye yatkın ve hazır olsa da… Prosedür buna müsait olsa da…

Niçin? Anayasa böyle bir seçime yeşil ışık yakar ama o bilinen Anayasanın üzerinde “Kırmızı Kaplı bir Yüksek Anayasa” vardır. Son derece gizlidir, az sayıda basılmış ve birkaç kişi ve makama imza mukabilinde verilmiştir, kasalarda saklanmaktadır, işte o gizli ve Derin Anayasa böyle bir seçime izin vermez.

Lozan’ın gizli protokolları buna izin vermez. Hem hâlis Oğuz Türkü, hem de samimî ve dindar Müslüman… Böyle bir kişi ehil de olsa, layık da olsa, millet çoğunluğu tarafından istense de bazı çok yüksek makamlara çıkamaz.

Arada şunu da söyleyeyim, merhum

Ali Fuad Başgil Hoca

öyle son derece dindar bir Müslüman değildi. Lakin yine de istenmeyen adam ilân edilmişti.

Dindar olmasa da nihayet Müslümandı, İslâm’a inanıyor, Müslümanları savunuyordu.

Refikası (eşi) Nüvide hanımefendinin başı açıktı.

Koskoca bir hukuk profesörü… Hem de Anayasa Hukuku profesörü… Yabancı dilde kitapları var… Tertemiz bir şahsiyet, icabında aleyhinde kullanılmak üzere birtakım dosyalar buzdolabında saklanmıyor… Son derece vakur, seviyeli, medenî, vatansever bir hukuk adamı…

Olmaz, olmaz, olmaz!.. dediler. “Hoca seçilirsin ama birkaç gün sonra cesedin Çankaya sırtlarına boş bir çukurda bulunur…” diye zorbaca tehdit ettiler. Demek ki, bizde Anayasa ve hukuk izin verse de, Meclis’in yapısı müsait olsa da, prosedür imkân sağlasa da, demokratik kurallara göre yol açık olsa da; hanımının başı kapalı bir Müslüman Cumhurbaşkanı olamaz.

Hukuk, Anayasa, demokrasi, Meclis, millî irade izin veriyor da niçin olamıyor? Efendim çünkü irtica olur… Peki irtica nedir? Bilmiyoruz ama irtica vardır… İrticanın tarifini (tanımını) yapar mısınız? Yapamayız, tarif göle düşmüş. Göl ne oldu? İnekler içti bitirdi…

Seçilme imkânları olanların cumhurbaşkanlığını istemeleri mümkündür, seçilmeleri de mümkündür, lakin istenmeyen birinin o makamda durması çok zordur.

Yüksek zirvelerde korkunç rüzgarlar eser…

(Not: Ermeni Patriği Mesrob cenaplarıyla Fransızlar röportaj yapmışlar. Patrik, Türkiye’de şu anda, vaktiyle ihtida ettirilen Ermeni kadın ve kızlarının soyundan gelen iki milyon kişi vardır buyuruyorlar. Bunların çok az bir kısmı Müslümanlığı resmen bırakmış ve kökenlerine dönerek mahkeme kararı ile tekrar Ermeni olmuş. Bir kısmının da artık samimî şekilde Müslüman olduğu söylenebilir.

Ancak, diğer bir kısmının kripto-Ermeni olduğunu söyleyebiliriz.

Bu kriptoların bazılarının çok yüksek makamlara çıkmış olması da imkân ve ihtimal (olanak ve olasılık… ne acayip kelimeler) dahilindedir… İleride bu konu ile ilgili bağımsız bir yazı kaleme alacağım…) 08 Ekim 2006