Anlayışsızlık, Görgüsüzlük
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 06 Mart 2019
Cuma
Birkaç sene önceydi. Kapı çalındı, kargo servisinden bir vazifeli, abonesi bulunduğum derginin bir sayısını getirmişti. Benden hüviyetimi istedi, yanımda yoktu, yeni bir pasaport çıkartmıştım, “Hüviyetim şu anda yanımda değil, pasaportumu göstereyim” dedim. Olmaz dedi, dergiyi vermedi, geri gitti.
Birkaç gün önce de başka özel bir postacı basit bir broşür getirdi. Vermek için telefon numaramı istedi, vermedim, o da zarfı bana vermedi.
Bizim alıştığımız resmî posta müvezzileri (dağıtıcıları) böyle yapmaz. Âdi müraselâtı (gönderilenleri) biz evde yoksak kapıya bırakırlar. Taahhütlü evrak için de ismimizi soyadımızı yazıp bir imza alırlar o kadar. Devletin posta müvezzileri ile merhabamız vardır. Onlarla bayramlaşırız, kendilerine sokakta rasladığımız zaman tebessüm ederiz. Onlar günlük hayatımızın birer parçasıdır.
Yeni âdetler çıkıyor, yeni müesseseler kuruluyor. Bütün bu yeniliklerde, eskilerin mücâmele dedikleri tebessümlü, kolaylık gösterici, zorluk çıkartmayıcı, anlayışa dayanan bir hava olmalıdır. Pasaport, hüviyet kartı yerine geçen resmî bir belgedir. Benim gibi bir insanın telefon numarasını vermek istememesi de anlayışla karşılanmalıdır.
Sokaklarda, meydanlarda, çarşı pazarlarda insanlara bakıyorum, herkes asık suratlı, herkes tedirgin, herkes sinirli. Şehri bir kasvet basmış ki, sormayın. Güleç yüzlüler, rahat insanlar, sakin kişiler azınlıkta. Hiç beklemediğiniz bir kişiden azar işitebiliyorsunuz. Bir dükkandan, pazardaki bir satıcıdan mal alıyorsunuz, “Bereket versin” demiyor. Bir yere giriyor, selam veriyorsunuz, selamınıza karşılık vermiyorlar. Otobüs, tren, tramvay ve vapurlarda yaşlılara, hanımlara, çocuklulara yer verilmiyor. Kuyruğa girilmesi, sıra beklenmesi gereken işlerde sıraya riayet edilmiyor. Sigara içilmesi yasak olan yerlerde sigara içiliyor. Saygısızlık, kabalık, hoyratlık, görgüsüzlük, nâdanlık almış yürümüş. Sözde okur-yazar biri ile konuşuyorsunuz, adam size “Demin arzettiğiniz gibi…” diyor. Zavallı bilmiyor ki, arzetmek asttan üste olur. Kişi herhangi bir muhatabına “Arzettiğiniz” gibi demez, nezaketen “Buyurduğunuz” gibi der. Bu basit bir terbiye ve görgü kuralıdır.
Telefon açılıyor, genç bir ses “Şevket Eygi ile konuşmak istiyorum” diyor. Ne ayıp! İnsan, tanımadığı, üstelik yaşça kendisinden büyük bir kimsenin isminin yanına bey kelimesini koymalıdır. Bu, muhatabı değil, konuşanı yükseltir. Bizim beye falan ihtiyacımız yok, edeb ve nezaket kuralları böyle.
Mektup gönderiyorlar, zarfın üzerine sadece ismimi ve soyadımı yazıyorlar. Bu da ayıptır, “bey” veya “sayın…” diye yazmaları gerekir. Geçen gün bir yerden bilet almıştım. Memura “Teşekkür ederim” dedim birdenbire şaşırdı, afalladı. Bir hizmete karşı teşekkür eden o kadar az ki. Batı ülkelerinde günlük hayatta en fazla sarfedilen kelime teşekkürdür.
Bazı camilerde ezan okunduktan sonra da vaaz devam ediyor. Cemaat namaz için toplanmış, vakit gelmiş ve hoca konuşmayı kesmiyor. Aslında Ezan-ı Muhammedî okunurken bile vaaz edilmez. Açsınlar din kitaplarında yazılı olan edeb kurallarına baksınlar. Efendi, ben oraya namaz kılmak için geliyorum, sen sözü uzatarak ibadeti niçin geciktiriyor, cemaati tâciz ediyorsun?
Tek tük ümit verici, iyi vak’alar da var. Bundan üç sene kadar önce tanımadığım biri telefon açtı, “Efendim ben sizin yaşça küçüğünüzüm, önce ellerinizden öperim…” diye söze başladı ve sonra gayet kibar, gayet nazik bir şekilde benim bir fikrimi tenkit etti, birtakım itirazlarda bulundu. O zatın efendiliğine, kibarlığına, görgüsüne hayran kaldım. Tenkit ve itirazlarına hiç üzülmedim, aksine sevindim. Müslümanlar arasındaki karşılıklı muameleler böyle olmalı. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat.
Şirâzesi dağılmış bir toplumda yaşıyoruz. Görgü, nezaket, kibarlık, hoşgörmek, tebessüm, hüsn-i zan mâzide kaldı. Mevcut olanlar da istisnâ teşkil ediyor. Kalabalıklarla ihtilatı kesmek, inzivaya çekilmek gerek.
Avrupa ülkeleri içinde, yüzölçümü ve nüfus itibarıyla küçük olmalarına rağmen; medeniyet, refah, fert başına düşen gelir, bayındırlık, hukuk ve adalet, eğitim, demokrasi, insan haklarına hürmet, çeşitliliklere ve altkimliklere hak ve hürriyet tanımak, evrensel insan haklarını tam bir şekilde ve samimiyetle uygulamak konusunda çok büyük olan iki devlet İsviçre ve İsveç’tir.
Acaba Türkiye günün birinde, yukarıda saydığım konularda bu iki ülke seviyesine çıkabilecek midir, onlar gibi olabilecek midir? Buna pek ihtimal vermiyorum. Bizim ülkemiz yapı itibarıyla bir Akdeniz, Latin ülkesidir. Bizanslaşmıştır. İsviçre, İngiltere gibi ülkelerde yedi yüz yıllık eskiliği olan birtakım gelenekler vardır. Bizde bunlar yoktur. Hem Türkiye’nin İsviçre’ye, İsveç’e benzemesi de gaye değildir. Hukukun üstünlüğü, adalet, temel insan haklarına riayet, maddî problemleri halletmek gibi konularda bizim onlardan da üstün taraflarımız olması gerekir. Biz insanlığa yeni bir model, yeni bir örnek sunabilmeliyiz.
En ileri ve medenî ülkelerde bile mevcut olmayan birtakım temel değerler, yüksek ve aşkın prensipler bizim ülkemizde uygulanmalıdır. İleri ve medenî batı ülkelerinin hikmet konusunda fakirlikleri, eksiklikleri bulunmaktadır. Bizim Türkiye’de kuracağımız düzen bir hikmet düzeni olmalıdır. Medenî batı ülkeleri materyalizme, hedonizme, egoizme batmıştır. Bizim sistemimizde bunlar olmamalıdır.
Öyle bir sistem kurabilmeliyiz ki, refah ve zenginlik bakımından bizden yüksekte olan ülkelerin aydınları ve gençliği; bizim insan boyutlarına uygun, mutluluk veren, hikmete dayalı, sevginin ve barışın hâkim olduğu sistemimizde yaşamak için Türkiye’ye göç etmek istesinler.
Biz bugünkü zihniyetimizle, kafamızla, kültürümüzle (veya kültürsüzlüğümüzle) böyle örnek ve ideal bir sistem kurabilir miyiz? 03 Nisan 1999