Çarşamba

 

Alışveriş ettiğim kuruyemiş dükkânında renkli baskılı küçük bir çuval içinde mısır satılıyordu. Çuvalın üzerindeki yazıları okudum, Arjantin’den ithal edilmişti. Bayağı canım sıkıldı, tepem attı. Türkiye, dünyanın öbür ucundaki Arjantin’den mısır satın alıyordu.

Ülkemizin her yerini bilmem ama İstanbul civarını, Kocaeli yarımadasını dolaşıyorum ve ekilebilecek topraklarımızın büyük kısmının ekilmediğini; tarlaların, bahçelerin, bağların kendi haline terk edilmiş olduğunu görüyorum.

Arjantin mısırları gemiye yükleniyor. Atlas okyanusunun güneyinden kalkan gemi günlerce süren bir yolculuktan sonra Cebelitarık Boğazı’nı geçiyor, Ak Deniz’e giriyor, oradan Ege Denizi, Çanakkale Boğazı, Marmara ve nihayet İstanbul.

Bizim çiftçilerimize sorsanız,

“Niçin mısır ekmiyorsunuz?”

diye, bin türlü şikayet ve bahane ileri sürerler.

“Ektiğimiz, ürettiğimiz mısır para etmiyor, masrafımızı çıkartamıyoruz…”

derler. Peki, aynı mısırı Arjantin, üstüne bir yığın navlun parası vererek, gümrük ödeyerek nasıl satıyor, nasıl para kazanıyor? Şikayet etmek, bahane ileri sürmek kolaydır da bu sorunun cevabını vermek kolay değildir.

Türkiye maalesef tembellik, âcizlik, miskinlik içinde bunalıyor, boğuluyor.

Herkesi itham etmiyorum, suçlamıyorum. Çalışanlar, ter dökenler, gayret sarfedenler, üretenler başımızın tacı olsunlar. Ben tembelleri, acizleri, asalakları tenkit etmekteyim.

Başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerin civarında yaşayan bazı köylüler, şehirlilere tarla ve bahçe satıyor, buralarda yazlık villalar yapılıyor. Bu satışların paraları ne oluyor acaba? Köylüler tarla satışından elde ettikleri milyarları hayvancılık, arıcılık, çiçekçilik, fidancılık, meyve ve sebzecilik, el sanatları gibi üretim sahalarında sermaye olarak mı kullanıyor? Yoksa bu paralarla oğlunu veya kızını tantanalı ve masraflı düğünlerle evlendiriyor, otomobil alıyor, eski evini yıkıp yeni bir beton ev mi yaptırıyor?

Türkiye’nin en büyük felâketi çalışmayan, üretmeyen, elinin emeği ve alnının teri ile kazanmaktan hoşlanmayan yığınlara sahip olmasıdır.

Pazartesi günü Tahtakale’ye gittim, bir kilitçiden oldukça büyük boyda dört asma kilit satın aldım, her birinin üç anahtarı var. Kilitçi bana tenzilat yaptı, toptan fiyatından sattı. Bir kilitin fiyatı bir buçuk milyon liraydı. Ne kadar ucuz değil mi? Elbette ucuz olur, çünkü bunlar Çin kilidiydi. Biz aynı fiyata kilit üretip satabilir miyiz? Kesinlikle satamayız.

Bizdeki üretimsizliğin, pahalılığın, yetersizliğin sebebi sadece işçi ücretlerinin, yakıtın, vergilerin yüksek olması değildir. Bunlar üretim, sanayi için elbette birer engeldir ama asıl büyük engel bizim kendi içimizdedir.

Adamın işleri iyi gidiyor, çuvalla para kazanıyor, zengin oluyor ve sonra ne yapıyor?

-Fatih’teki babadan kalma evi bırakıyor, Bağdat caddesine taşınıyor.

-Arabasını atıyor, en lüks ve en pahalı cinsinden bir otomobil alıyor.

-Sanki pahalı ve lüks bir elbise ve palto ona bir fazilet ve üstünlük kazandıracakmış gibi iki bin dolara bir takım elbise satın alıyor.

-Bazıları çocuklarının annesi emektar eşini bırakıp fingirdek bir taze alıyor.

-Velhasıl zengin olunca dağıtıyor, sapıtıyor, zıvanadan çıkıyor, bir sürü beyinsizlik, ahlâksızlık, ölçüsüzlük, serserilik yapıyor. İşte bizi batıran bu kafadır.

Bin türlü kriz, rezalet, sefalet, sıkıntı içinde bulunan Türkiye sahip olduğu lüks ve pahalı otomobiller, yine lüks ve pahalı cep telefonları, lüks ve pahalı lokantalar, lüks ve pahalı meskenler bakımından belki de dünya birincisidir. Bütün tezatlar bizdedir. Bir yanda işsiz ve aşsız on milyonlar, öbür tarafta Sodom ve Gomore hayatı yaşayan tuzu kurular. İki yüz milyar dolar kara para, hortumlanan bankalar, Çankaya’daki krizden sonra yirmi dört saat içinde sadece bir tek adamın 4-5 milyar dolar vurması; Başbakan ve kardeşi, Belediye Başkanı ve kardeşi ikililerinin malı götürmesi, Nuh tufanını andıran kokuşma, pislik…

Bugün Türkiye’nin bürokrasi ortamı o hale getirilmiştir ki, fabrika, atölye kurmak, işçi çalıştırmak, üretim yapmak delilik haline gelmiştir.

Geçenlerde deterjan üreten ve fabrikasında elli işçi çalıştıran son derece temiz ve dürüst bir iş adamıyla konuştum. Bir dokun bin ah işit cinsinden dertliydi. Mâruz kaldığı zorluklar ve sabotajlar yüzünden fabrikayı kapatmak istemiş, elli işçisini düşünerek vaz geçmişti. Bizim hatırımıza gelmeyen sıkıntılarını anlattı: Birtakım resmî kuruluşlardan adam geliyor ve

“Filan daireden on adet sünnet veya şölen davetiyesi getirdim. Her biri yüzer milyon liradır…”

diyormuş. Böyle davetiyeler bir yerden değil, iki yerden değil, üç yerden değil… Düzinelerce yerden geliyor. Alsan bu masrafa can dayanmaz, almasan düşman olurlar…

Kocaeli yarımadasındaki köy yollarında dolaşınız. Hepsi mükemmel şekilde asfaltlanmıştır, her köye elektrik gitmiştir. İşte bu yollarda ziraî ve hayvanî üretim mallarını taşıyan hemen hemen bir tek küçük kamyonet göremezsiniz. Köy kahveleri doludur ama üretim yoktur.

Orman köylerinde her yıl her aileye ormandan bir makta gösterilir ve oradaki küçük ve cılız ağaçları kesmesine izin verilir. Orman keserek geçim mümkün müdür? Zaten ormanlar kesile kesile bitmiş, çalılık haline gelmiştir. Dünyanın hangi medenî, akıllı, çalışkan, beyinli ülkesinde orman köylüleri bu yolla kalkınmışlardır?

Yıllardan beri dini, ahlâkı, geleneksel millî kültürü ve kimliği baltalayan zihniyet ahlâksızlığı, asalaklığı, içkiyi, fuhşu teşvik etmektedir.İstanbul civarında öyle köyler vardır ki, üç meyhaneye sahiptir.

Hollanda, denizden kazandığı topraklarda çiçekçilik yaparak, ürettiği çiçekleri uçaklarla ihraç ederek her yıl yüzlerce milyon dolar kazanıyor. Onlar, bundan iki yüz küsur yıl önce soğanlarını Türkiye’den aldıkları lalelerle ihya oldular. Biz ise şu güzelim ülkede bin türlü rezalet ve sefalet içinde sürünüyoruz. Her yıl erozyonla, Kıbrıs büyüklüğünde verimli toprağımız denize gidip yok oluyor.

Türkiye bir bahaneler ve kuruntular ülkesi olmuştur. İşi bilenleri, uzmanları toplasanız, “Arjantin Türkiye’ye mısır satıyor, biz niçin yeteri miktarda üretemiyoruz?” diye sorarsanız bin türlü bahane ileri sürerler. Türkiye’nin bahaneye, şikayete, kuruntuya ihtiyacı yoktur; çareye, çözüme ihtiyacı vardır.

Geçenlerde bir genç geldi, birisi beni tavsiye etmiş, “O’ndan yardım iste” demiş. Yüksek tahsilliymiş, iş arıyordu. “Muhterem hocam herhangi bir belediyede ve resmî dairede danışmanlık gibi bir iş istiyorum…” dedi. Haline baktım, gözlerini beğenmedim (Gözler şahsiyetin aynasıdır) zaten benim ona böyle bir iş bulmam mümkün değildir. Teselli edip savdım. İçimden de “Sana danışmanlık azdır, başdanışmanlık gerekir…” dedim.

Bu memlekette sosyolog, antropolog, psikolog, fikir adamı, gerçek aydın, tarih felsefecisi, sosyal kültür uzmanları yok mudur ki, Türkiye’nin içinde kıvrandığı vahim buhran hakkında kitaplar yazsınlar, verimli ve yapıcı tartışmalar başlatsınlar?

Üç tarafı denizlerle çevrili bu ülke niçin balık ithal ediyor? Japonlar’ın balık gemileri dünyanın heryerinde balık avlıyor da biz niçin aynı işi yapamıyoruz?

İran bize kamyonlarla kavun karpuz, sebze ihraç ediyor da biz oraya niçin gönderemiyoruz?

Niçin ekmeklik buğdayımızın bir kısmını dışarıdan satın almak zorunda kalmışız?

Niçin dışarıdan çok kötü kaliteli ve bir kısmı domuz olmak üzere et ithal ediyoruz?

Güney Kore en ileri ve zengin ülkelere otomobil satabildiği halde biz niçin yüzde yüz millî ve yerli mükemmel otomobiller üretip zengin ülkelere satamıyoruz?

Niçin üniversite, sanayi, eğitim, ziraat, hayvancılık, çiçekçilik, el sanatları ve daha yüzlerce konuda nal topluyoruz?

Bunları inceleyecek, izah edecek, açıklayacak, çare ve çözüm teklif edecek beyinler kalmadı mı bizde?

Galiba öncelikle dışarıdan beyin ithal etmemiz gerekiyor. 18 Eylül 2003