Perşembe

 

Haberini gazetelerde okudum, fotoğrafını da basmışlar. Konu şu: Japonya’nın bir yerinde, asfaltın kenarındaki ince bir yarıkta bir turp çıkmış. Bu azimli bitki, görenlerin dikkatini çekmiş, olay medyaya intikal etmiş. Bütün Japonya heyecanlanmış, ilgilenmiş, asfaltı delip büyüyen turpu görmeye gitmişler. Ne olduysa olmuş turp ikiye ayrılmış, heyecan doruğa çıkmış, ah turp, vah turp… Turpu oradan sökmüşler, yaşaması için dibinde su olan bir kaba koymuşlar.

Bundan yıllarca önce, duvarlarda çıkan yabanî incir ağaçları hakkında bir yazı kaleme almıştım. İnsanları, bu incir ağaçlarının sabrından, azminden ibret almaya davet etmiştim. Bazen bir minarede, bazen tarihî bir caminin dış duvarlarında böyle incirler görülüyor. Bitkilerin yeşermesine, yetişip büyümesine müsait olmayan o taşlar arasında nasıl kök salıyorlar, nasıl yaşama mücadelesi veriyorlar?..

İstanbul’da ve başka şehirlerimizde, aylandoz ağaçları da azimleriyle, sabırlarıyla yaşamak ve gelişmek için verdikleri mücadeleyle hepimize örnek olması gereken bitkilerdir. Onlar da duvarlarda, asfalt kenarlarında, taşların arasında filizlenirler, boy atarlar.

Acaba bizde, asfalt bir yolun kenarında yetişen bir turp, Japonya’da olduğu gibi milyonların heyecanlanmasına, ilgilenmesine yol açar mıydı? Pek sanmıyorum. Japonlar da bizim gibi Asyalı, Doğulu bir halk ama onlarda başkalıklar var. Yukarıda anlattığım turp meselesi bu başkalıklardan ve farklılıklardan biridir.

Bundan on küsur sene önce, Orta Anadolu’ya bir Japon televizyon ekibi gelmiş, yaylalara çıkmış, kıyıda kenarda kalmış köylere uğramış; geleneksel halı ve kilim konusunda belgesel bir film hazırlıyorlarmış. Bir gün ıssız bir yerde sürülerini otlatan Ali isminde bir çobanla karşılaşmışlar. Japonların yanlarında tercümanlık yapan bir türkolog varmış, onun aracılığıyla Çoban Ali’yle ayaküstü biraz yarenlik etmişler. Çoban onları, köye dönemediği gecelerde kaldığı mağara gibi bir yere götürmüş, ayran falan ikram etmiş, bir kere de köyünde onları ağırlamış. Japonlarla Çoban Ali’nin dostluğu birkaç gün sürmüş, nihayet televizyon ekibinin oradan ayrılma günü gelmiş. Vedalaşmışlar, Çoban Ali onlara sarılmış, giderlerken el sallamış ve ağlamış. Japonların da yürekleri rikkate gelmiş, gözleri sulanmış.

Orta Anadolu’daki geleneksel Türk halı ve kilimciliğiyle ilgili dokümanter film gösterilirken, Çoban Ali’ye de yer vermişler, gözyaşlı veda sahnesini de ekrana aksettirmişler. Bu filmi seyreden milyonlarca Japon çok heyecanlanmış, çok duygulanmış, çok ilgilenmiş ve bir kısmı ağlamış. Hattâ ne olmuş biliyor musunuz? Seyircilerden bir kısmı, biz bu Çoban Ali’yi yerinde görmek istiyoruz demişler, uzun bir yolculuktan sonra Kayseri’ye gelip onun yaşadığı yaylaya çıkmışlar. Bu konu bizde, şimdi tam tarihini hatırlamıyorum, on yıl kadar önce Arena programında gösterilmişti.

Bilmem biz Türklerle Japonlar arasındaki farkı bir nebzecik olsun anlatabildim mi?

Japonlar mı üstün, biz mi üstünüz? Sadece bir taraf üstündür demeyeceğim, bizim de onlardan ileri ve üstün olduğumuz taraflar var. Üç günlük yarenlik sonunda, Japonları uğurlarken ağlayan Çoban Ali bu üstünlüklerimizden biridir.

Çarşaflı Güzellik Kraliçesi

Başörtüsü konusunda birkaç yıldan beri ülkemizde bir bardak suda dehşetli fırtınalar kopartılıyor. Sanki Türkiye’nin başka meselesi, sıkıntısı, derdi, krizi yokmuş gibi başımıza bir de başörtüsü buhranı çıkarttılar.

Size yakın tarihimizle ilgili çok enteresan bir resimden bahsetmek istiyorum. Bu resim 1936’da Paris’te çekilmiş. Türkiye güzellik kraliçesi Feriha Tevfik’e ait (o zaman soyadı yok.) Amerika’ya, dünya güzellik kraliçesi seçimi için gidiyormuş… Başörtülü bir güzellik kraliçesi… Bizdeki bazı çağdaşlar, bu resmi görünce feleklerini şaşıracaklar.

Bundan kırk yıl kadar önce Profesör Avram Galanti’nin bir kitabında okumuştum, Türkiye’de ilk defa bir güzellik kraliçesi seçileceği zaman Müslüman ve Türk kadınları bu işe yanaşmamışlar, cesaret eden çıkmamış. Şöyle bir çare bulunmuş: Bir Yahudi kadını, Türk ve Müslüman isim ve kimliğiyle bu uygarlık vazifesini yüklenmiş.

Osmanlılar zamanında Müslüman kadınların tiyatrolarda aktrislik yapmaları, gazinolarda şarkı söylemeleri kesinlikle yasaktı. Bu gibi işleri Rum, Ermeni, Yahudi vatandaşlarımız yaparlardı.

Halit Fahri Ozansoy bir yazısında, 1919 ile 1922 yılları arasında Kadıköy’de bir tiyatro sahnesine, Müslüman bir Türk kadını çıkarıldığı için tiyatronun emniyet tarafından basıldığını ve müdürünün tutuklandığını anlatır.

Cumhuriyetin ilk iki yılında Müslüman Türk erkeklerinin şapka giymeleri yasaktı. Selahattin Ertürk, “İki devrin perde arkası” adlı kitabında, İstanbul polisinin şapka giyen Türkleri tutukladığını, sonra Ankara’dan gelen talimatla bunların serbest bırakıldığını anlatır.

Başörtüsü konusunda her kafadan ayrı bir sesin çıktığı, başörtüsü taraftarlarıyla başörtüsü karşıtlarının birbirlerine amansızca saldırdığı bir devirde, başörtülü hatta çarşaflı Türkiye güzellik kraliçesinin resmine bakmak insanda birtakım duygular uyandırıyor. Kadıncağızın göğsüne de “Miss Turkey” diye yazmışlar.

Nereden nereye gelmişiz? Bu konu netamelidir, fazla yazmaya gelmez, bir mayına basarsınız ve havaya uçarsınız…

Çok Nadir Bir Kitap

Biliyorsunuz bendeniz kitap meraklısıyım, faydalı kitapları severim. Büyük bir özel kütüphanem vardır, günde birkaç saat kitap okurum. Bugün size kütüphanemdeki çok enteresan, çok nadir, çok garip Türkçe bir kitaptan bahsetmek istiyorum. 154 sayfalık bu kitap, 1947’de Osmanlıca olarak basılmış.

1928’de Arap harfleri bizde yasaklandığına göre Türkiye’de basılmamış. Nerede basılmış? Ne kadar düşünseniz tahmin edemezsiniz. Hindistan’ın Haydarâbât şehrinde basılmış. Yukarıda kitabın Türkçe olduğunu söylemiştim, ismi “Doğan”. Yazarı kim acaba? Onu da tahmin edemeyeceksiniz, söyleyeyim: Dürrüşşehvar. Bu isim size bir şey hatırlatıyor mu? Hatırlatmıyorsa bu hanım yazarın kim olduğunu ben size söyleyeyim.

Son Halife Abdülmecid bin Abdülaziz Hanın kerimeleri Dürrüşşehvar Sultan.

Yakın tarihimizi bilenler, son Halifenin kızının, Hindistan’da Haydarâbât nizamının yani hükümdarının gelini olduğunu hatırlayacaklardır.

Kitabın mukaddimesinde şu iki satır yer alıyor:

Unut felâket-i şahsiyenin müsebbibini.

Fakat hakareti afv etme vâliden vatana.

Abdülmecid Han-ı sâni bin Abdülaziz Han-ı evvel

Kitapta kırk nesir parçası yer alıyor, güzel kâğıda Arap harfleriyle çok temiz bir şekilde basılmış. Ciltli, zarif bir kitap… Son sayfasında basıldığı yer olarak “Haydarâbât Dekkân-Matbaa-i âmire” yazılı.

Bu kitaptan acaba Türkiye’de kaç nüsha var? Millî kütüphânede mevcut mudur? Bilmiyorum. Sahip olmakla iftihar ettiğim bir kitaptır bu.

Bazıları futbol meraklısıdır, akılları fikirleri maçlardadır. Kimilerinin zikri yemek, içmektir. Nice kimseler de otomobile, cep telefonuna, elektronik cihazlara meftundur. Bendeniz kitap meraklısıyım, lakin hastası değilim. Kitaptan sonra, geleneksel İslâm sanatlarını severim. Salonumun duvarları Hüsn-i hat levhalarıyla doludur. Üçüncü olarak da el sanatı ürünleriyle ilgilenirim. Bunlara fazla para vermem, ucuz şeyler alırım. Yeter ki, sanat değerleri ve estetik boyutları olsun. Bazen birkaç yüz milyon liralık kristal bir eşyanın fazla bir sanat tarafı olmaz da, beş on milyon liralık pişmiş topraktan bir çömleğin sanat ve estetik değeri olabilir.

Bütün dünya dillerinde şöyle bir atasözü vardır: “Bana arkadaşını söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim” Bendenizin de şöyle bir sözü var: “Özel kütüphaneni göreyim, senin kim olduğunu söylerim” Tabii bu söz herkesi kapsamıyor. Tahsili ve maddî imkanı müsait olup da özel kütüphanesi bulunmayanlara kırık not veriyorum. 02 Aralık 2005