Askerlik hizmetimi 1958-59 yıllarında önce

Ankara Mamak Muhabere okulu

nda, sonra kura çekerek

Erzurum Karskapı Muhabere taburunda

yedek subay olarak yaptım. Siyasal Bilgiler Fakültesi diplomasi bölümünden mezun olduğum için

NATO’ya tayin edileceğim

söyleniyordu ama kurayla kıt’aya çıkardılar. Erzurum’un soğuğuna zor alıştım. Sıfırın altında

35 dereceye kadar soğuk

gördüm.

Önce merhum Mesut Ataların otelinde yattım, sonra Mahallebaşındaki Aziziye otelinde bir oda tuttum. Günlüğü 2,5 liraydı, sonra zam yaptılar 3 lira oldu.

Maaşım yekun olarak 550 liraydı. O zamana göre ye ye bitmez bir para… Akşam yemeklerini genellikle otel civarındaki lokantalarda yerdim. Erzurum’un dövme kebabı ne kadar lezzetliydi. Şehrin yerli halkı margarin kullanmazdı, yemekler tereyağla yapılırdı.
Beni taburda (Galatasaray ve Mülkiye mezunu olduğum için) bölük kumandan vekili yaptılardı. Canla başla çalışıyordum.

Gençlik ve hamlık dolayısıyla

askerlere karşı bazı çiğlik ve eşekliklerim olmuşsa da

genelde onları himaye ederdim. Kimisi hastalanır, tabur doktoruna çıkar, doktor istirahat vermezse, ben kendimden verirdim, yatmasına müsaade eder, kantinden bir bardak çayla bir de gripin yollardım.

Terhis olan birine yol parası vermiştim. Köye varınca parayı gönder demiştim ama göndermemişti. Helali hoş olsun!

O tarihte Üçüncü Ordu kumandanı

Org. Ragıp Gümüşpala

idi. Onun “Ruslar ılık ve latif bir bahar günü saldırmazlar” lafı meşhurdu. Bütün kış boyunca her gün dışarıda, o korkunç soğukta talim yaptık.

Bazı haftalarda gece talimleri olurdu. O zor askerlik ayları benim için

tarikat çilesi gibi

bir şey oldu. Yorgunluğa, uykusuzluğa, dehşetli soğuğa alıştım, piştim.

Ömrümde böyle birkaç çilem ve diplomam olmuştur:

(1) Çok zor ve çetin askerlik.

(2) Hapishanelerde çile doldurmam.

(3) Altı seneye yakın gurbette yaşamam.

(4) Galatasaray Sultanisinde 12 yıl yatılı okumak da bana çok şey kazandırmıştır.

Erzurum 1950’li yıllarda maneviyat tarafı ağır basan bir İslâm şehriydi. Maziden kalan eski binalar duruyordu.Toprak damlı evler çoktu. Kadınlar ihramlıydı.

Millî Mücadele yıllarından kalan icazetli müftü Sâdık Efendi her gün özel idare binasında medrese dersleri okuturdu. Müftülük dairesi oradaydı.

Erzurum’da Hür Söz gazetesi sahibi merhum Ahmed Polat ve Mahdumu Mustafa Polat ile tanışmıştım. Taburdaki mesai bitince genellikle Hür Söz idarehanesine takılırdım. Külüstür bir pedal baskı makineleri vardı. Gazete kağıdı ikiye katlanır, her sayfası ayrı ayrı dört defada basılırdı. Bir de kırmızı başlık için makineye girerdi. Kurşun hurufat kasaları vardı. Yazılar dizilir, basıldıktan sonra harfler tekrar kasalardaki yerlerine konulurdu. Hür Söz’de

Mehmed Şevket

imzasıyla makaleler yazmıştım. Bir de Alexis Carrel’in

Bilinmeyen İnsan

kitabını tercüme etmiş, tefrika şeklinde yayınlatmıştım ama tercüme yarıda kalmıştı.

Akşam mesai bittiğinde botlarımın içine sızan kar sularından ayaklarım pancar kırmızısı olur, kemiklerimin içindeki ilikler bile donmaya yüz tutardı. Yıkanmak için değil, ısınmak için Gürcü kapısındaki büyük tarihî hamama giderdim. Oradan otele dönerken, kepimin dışındaki rutubetli saçlarım çatır çatır takır takır buz tutardı.

Benim birliğime mensup olmayan Nurcu astsubaylar vardı. Haftanın bazı günlerinde akşamları onlara gider, Risale-i Nur dersleri dinlerdim. Soba yakılır, içerisi sıcacık olur, bir müddet sonra soğuk yine başlardı. Toprak damlardan içeriye yağmur suları damlardı.

Taburda canla başla çalıştığım için

Kemalist ve çağdaş subaylar

beni takdir ederlerdi. Arkamdan “Bu arkadaş biraz tutucu ama dört dörtlük çalışıyor” gibi laflar ederlermiş.

Bir gün tabur kumandan vekili bütün bölük kumandanlarını yarım daire şeklinde karşısına toplamış ve şöyle demişti: “Arkadaşlar siz bu askerlik mesleğinde devamlısınız, seneler sonra bir gün emekli olacak, ondan sonra hizmet bitecek. (Beni işaret ederek) Bu arkadaş bir senelik kıt’a hizmeti için geldi, yarın ayrılıp gidecek ama sizlere teessüf ederim ki, o sizin hepinizden iyi çalışıyor…”

Murat Paşa Camii’nin avlusunda

Nurcu terzi Mehmet Şercil

‘in dükkanı vardı.

Fethullah Gülen

hocaefendiyi orada genç bir molla iken görmüştüm. Taş Mağazalarda

kasketçi Salih Efendi

merhum

Şeyh Alvarlı Efe hazretlerinin

halifesi idi.

Yaz aylarında havalar biraz ısınınca halk civardaki bir tepenin yamacındaki

Abdurrahman Gazi hazretlerinin türbesine

çıkardı. Ben de birkaç defa gittiğimi hatırlıyorum. Sonbaharda kar yağar, Nisana Mayısa kadar yerden kalkmazdı. O tarihte şehirde

atlı faytonlar

vardı. Kar yağınca bazı faytonların tekerleri çıkartılır kızak takılırdı. Yazın, atların nalları kaldırım taşlarından kıvılcımlar çıkartırdı.

1959 yazında bir ay bölüğümle Horasan’da telgraf ve telefon direklerinin ve hattının tamiri maksadıyla bulundum. Çadırda yattım. Sarıkamış’a birkaç kere gittim.

Uzunköprülü Sezai onbaşı orada elindeki bir yaradan tetanos kaparak şehid olmuştu

. Allah rahmet eylesin.

Erzurum halkı şuurlu dindardı. Orada eski mürüvvet ve fütüvvet ahlakı hâlâ vardı. Müslüman hanımlar tesettürlüydü, evlerde kaç göç vardı. Erzurum üniversitesi yeni açılmıştı. Oraya birçok bozukluk bu üniversite ile gelmiştir.

1959’un sonbaharında çadırlı ordugah kurmuştuk. Uyku tulumunda yatıyorduk. Yanaşma bir kedim vardı. Benimle birlikte tulumun üzerinde kıvrılıp uyurdu. Yazık ki, terhisimde onu orada bıraktım. İnsan, vefasız mahlûk.

Abdurrahman Gazi civarındaki buğday tarlasını Eylülde biçmeye başladılar, yarıya geldiler ki, kar yağdı. Geri kalan kısmı gelecek baharda biçilecekti…

İznimi son aya bırakmıştım. Son gece herkesle vedalaşmış, sonra odama çekilip çok ağlamıştım. Yanlış anlamayın, askerlik bitti diye sevincimden ağlamamıştım. Askerliği çok sevmiş olduğum için bitti diye ağlamıştım. Demek ki, hayat tragedyasındaki rolümü ta ruhumdan, can ü gönülden benimseyerek oynamışım.

Askerlik arkadaşlarımdan

Bilecikli teğmen Osman

‘ı (soyadını unutmuşum) hatırlıyorum. Askerlere bir kere bile sen dememiş, her zaman (tek ere) siz diye hitap etmişti. Ne kibar insandı… 16 Aralık 2010