ÂYİN-İ ŞERİF
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 21 Aralık 1991
50’li yılların sonlarında Ankara’da Times gazetesinin David Hotham adlı bir muhabiri vardı. Bir yazısında, her sene Şeb-i Arus’ta Konya’da yapılan Mevlânâ törenleri için “lâik rejimin emniyet supabı” tâbirini kullanmıştı. Cuma gecesi televizyonda âyin-i şerifi seyrederken, İngilizin o lafı hatırıma geldi. Ülkedeki-İslâmî enerji ve potansiyel arttıkça, laikler Hazret-i Mevlânâ’ya sarılıyor. Sadece Mevlânâ mı? Yunus Emre’ye, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’ye ve daha nicelerine. Bu ne büyük tezattır ki, laikliği yaşatmak için İslâm büyüklerinden medet umuyorlar. Bakalım bu yol onları nereye götürecek?
Törenden önce Kültür (veya kültürsüzlük) Bakanı’nın konuşması doğrusu yadırganacak mahiyetteydi. Hazret bir yığın uydurukça lâf söyledi, âdeta kuş diliyle konuştu Röhesans dedi, hümanizma dedi, daha ne cevherler dedi. Ama dediklerinin Mevlânâ ile Mevlevîlik ile bir ilgisi yoktu.
Nihayet esas merasim başladı. Ahmet Özhan ilâhîler okudu, Kâni Karaca na’t-ı şerif oku. Neyler inledi. Kudümlere vuruldu, selâmlarıyla sema yapıldı. Sonunda Kur’an tilâvet edildi, dua edildi, gülbank çekildi, tekbir getirildi. Dikkat ettim duada birinden bahsedilmedi
Dünya nın her yerinden gelmiş misafirler vardı salonda. Müslüman olmuş, dokuz kez hacca gitmiş eski bir Fransız papazı da vardı.
Med zamanıdır, deniz yükseliyor, dolunay dalgaları yaldızlıyor. Bu İslâm’ın yükselişidir. Hülagû’nun oğlunun saltanatı bitmiştir, şimdi Gazan Han devrindeyiz. Onun da ihtida edip Ahmed adını alması yakındır.
“Ünlü Türk ozanı ve düşünürü…” mayası tutmamıştır. Mevlevîliği masonluğa ve dinsizliğe âlet etmek isteyenler kazdıkları kuyuya düşeceklerdir. Sizlere müjdeliyorum, birkaç yıl sonra, mevlevî âyin-i şerifleri dergâhlarda, yatsı namazından sonra icra kılınacaktır.
Âhir zaman fitneleri içinde gjüzel şeyler de cereyan edecektir.
BERABER ÇALIŞABİLMEK
Sabah’la Hürriyet birkaç ay öncesine kadar birbirlerine can düşmanı iki rakip idiler. Bir de baktık ki, barışmışlar ve özel televizyon kurmak üzere bir araya gelip dev bir şirket kurmuşlar Vaktiyle bir mason locasının tüzüğün de okumuştum “Mason biraderler arasında bir ihtilâf çıktığı vakit hemen mahkemelere müracaat edilmeyecek, anlaşmazlık önce locada kardeşler arasında halledilmeğe çalışılacaktır. Ancak, bütün, gayretlere râğmen münazaa hall ü fasl olunamazsa, son çare olarak adlî mercilere müracaat edilebilir” mealinde bir madde vardı. Artık onu mu uyguladılar bilemem.
Şu hadise birtakım çokbilmiş Müslümanlara ibret teşkil etmelidir. Sürü sepet fırkaya, hizbe, gruba ayrılmışız, bir ihtilâf bir tefrika, bir şikaktır gidiyor. Lafa geldi mi, birlik edebiyatı yaparken mangalda kül bırakmayız, işe geldi mi, kırk gün aynı kazanda kaynatılsak birleşmeyiz.
Herkes bu meseleleri benim kadar açık ve dokundurucu şekilde yazamaz. Sırtımda yumurta küfesi yok, ben yazarım. Müslümanlar arasında çeşitli meşrebler, tarikler, hizmet ve faaliyet gruplan olmaya devam etsin. Ama, asla çekişme ve rekabet olmasın.
Gönül arzu ediyor ki, büyük cemaatlerin başındakiler üç ayda bir, yemekli bir toplantıda, bir çay sohbetinde bir araya gelsinler. Birbirlerini selâmlasınlar, kucaklasınlar, hâl hatır sorsunlar, tebessümler dağıtsınlar. Başka bir şey istemiyorum, o kadar yeter. Sonra biz, bu cemaat reislerinin bir arada çektirdikleri fotoğrafları alalım ve memleketin her yerindeki taraftar Müslümanlara iftiharla gösterelim, siz de böyle yapın, kaynaşın diyelim.
Futbol kulübü tutar gibi meşreb, tarik, grup taassubuna kapılmak Müslümana yakışmaz. Bir hanefî bir şafiîyi dışlar mı? Asla… İşte bütün cemaat mensupları da birbirlerine bu gözle bakmalıdır.
Bazı İslâmî gruplar tek başlarına özel televizyon kurmaya kalkıyorlar. Bu iş bir grubun, bir cemaatin kıvıracağı iş değildir. Sabah’la Hürriyet nasıl birleştiyse bizde de Nurcusu, Nakşîsi, Süleymancısı, şu’cusu, bu’cusu bir araya gelecektir. Bu hizmeti, bu faaliyeti ille de ben yapacağım, başkasıyle iş birliği yapmam demek bilmem ki, ihlâsa uygun düşer mi? Birleşebilmek için elbette bir miktar tâviz verilecek, bazı şeylere katlanılacaktır.
Komünizmin, Sovyet imparatorluğunun battığını gördük. Bir de şu Ehl-i İslâm’ın birleştiğini görsek…
VASIFSIZLIK
Süleyman bey “herkese iş, herkese ekmek, herkese iyi bir hayat…” diyor. Büyük gazetelerin, ilân sahifelerinin eleman arayanlar sütunlarında hergün binlerce adam aranıyor. Bir yanda milyonlarca işsiz, öte yandan vasıflı eleman aranıyor ilânları. Memleket sathında yüzbinin üzerinde kahvehâne var. Fosur fosur sigara içiliyor, tavla şakırdatılıyor, kâğıt oynanıyor. Bu ne tezatlar kumkumasıdır ya Rabbi!
Özel sektörün büyük bir fabrikasında bin kişi çalışıyor. Devletin aynı işi gören ve aynı miktarda üretimi olan fabrikasında ise 15 bin işçi çalışıyor. KİT’ler bu milletin, bu devletin, bu vatanın kanını iliğini kurutuyor.
Bu milletin büyük dertlerinden, hastalıklarından biri de iyi çalışamamak, gerekli vasıflara sahip emekçiler yetiştirememektir.
Şile’de bir ırmağın kenarında münbit tarlalar görmüştüm. Toprağı helva gibi, su yanından akıyor. Ne ekmişler biliyor musunuz? Mısır ekmişler!.. Bu kafayla biz elbette ilerleyemeyiz: Ver o tarlayı bir Hollandalıya yahut bir Taiwanlıya, lâle eksin, gül yetiştirsin, sera kursun, orkide bitirsin, kaktüs üretsin ve milyarlar kazansın.
Denizlerdeki balıkların yuvalarını dağıttık, köklerini kuruttuk, sonra da eskisi gibi balık çıkmıyor diye feryad ediyoruz. Galatasaray’da yatılı okuduğum yıllarda, sekiz yüz talebeye sık sık kılıçbalığı şişi yedirirlerdi. Şimdi bulsanıza bir kılıç ilaç için.
Her sene. Kıbrıs büyüklüğünde toprağımız sel sularıyla denize sürüklenip yormuş. Ormanlar tahrib ediliyor, göller kokutuluyor, her taraf demir ve beton yığınlarıyla dolduruluyor.
Memleket iyi idare edilmiyor, meselelerimiz halledilemiyor, halk ve gençlik yetiştirilemiyor. Vasıf diye bir şey kalmadı.
Her şey devletten beklenmemelidir. Müslümanlar iktisada, eğitime, ticare te, sanat ve zenaatlere el atmalıdır. Bu işler de vasıflı Müslümanla olur.
Ortada büyük bir boşluk, dehşetli bir ihtiyaç vardır. Bu boşluğu biz doldurmaz, bu ihtiyacı biz karşılamazsak işi başkaları alacaktır.
ÜÇKAĞITÇILAR
Türk dünyasında bizdeki kadar bozulma olmamıştır. Hudutlar açılıp, ticarî iktisadî, sınaî, kültürel alışverişler başlayınca bir sürü üçkağıtçı, tokatçı, karmanyolacı, hayalî ihracatçı, mafyacı herif Turan illerine akın edip çeşitli melanetlere girişeceklerdir. Güvenilir birinden duydum, üçkağıtçının biri Azerbaycan’a gitmiş, Azerilerle tanışmış ve Bakü’nün en lüks ve pahalı otelinde kendisini misafir ettirmiş. Misafirliği uzadıkça uzamış. Bizim paramızla günde beşyüz bin liradan fazla. Hem yatıyor hem de restoranda üç dört öğün en pahalı yemekleri tıkınıyormuş. Misafir eden saf Âzeriler şaşırmış kalmışlar, hayli de sıkıntıya düşmüşler. Herifin masraflarını ödeyebilmek için çoluk çocuklarının nafakasından kesmişler, fakr ü zarurete düşmüşler. Ama adam bir türlü gitmek bilmiyormuş. Breket versin, Türkiye’den giden gelen birisi, onları, bu dertten kurtarmak için kendisine sahte bir KGB ajanı süsünü vererek saygısızı kaçırtmış da Azeriler yükten kurtulmuşlar.
Dış Türkler büyük kütle olarak saf, çabuk inanır, temiz kimselerdir. “Hemrmimiz gardaş, torpağımız aynı ganla yoğrulmuş, men Azerileri çok sevirem, size mihman olmuşam.” gibi edebiyatlarla yanaşanları hemen bağırlarına basarlar.
Aslında onları uyarmak lâzım. Ama nasıl?
21.12.1991