Salı

Büyük bir padişahın türbesi önünden geçiyorum

. Tarihler bu eski devlet reisimizin

veli derecesinde bir dindar

olduğunu yazıyor. Türbenin yanında bir de küçük mezarlık var; devlet ricalinden, atalarımızdan bazı kimseler orada yatıyor. Türbenin ve mezarlığın yanı

çalgılı bir açık hava kahvesi

yapılmış. Küçük bir orkestra çalgı çalıyor, şarkı okuyor. Masaların etrafı lebâleb adam ve kadın dolu. Başörtülü kadınlar da var. Kahkahalar, gülüşmeler duyuluyor. Müşteriler bazen çalgıya ve şarkıya ellerini çırparak tempo tutuyor. Bir âlem, bir curcuna ki, sormayın.

Merhum Şeyh Muzaffer efendi

bir sohbet esnasında bu padişahın celâlli bir veli olduğunu söylemişti… Bir ay kadar önce

Şeyh Nâzım

hazretleri de, bir sohbetinde

“Hazır olun, büyük süpürge geliyor…”

dedi.

Ey İstanbul halkı! Bu şehirde hiçbir kötülük olmasa, velî bir padişahın türbesi ve yanındaki ecdat kabirleri civarında böyle çalgılar çalınması, saygısızlık edilmesi, el çırpılması size günah ve vebál olarak yeter de artar.

İstanbul maalesef modern bir

Sodom ve Gomore

olmuştur. İçki, zina, fuhuş, azgınlığın her türlüsü; günah, isyan, tuğyan, fısk, fücur görülmemiş boyutlara ulaştı.

Peygamberin

“Alan da veren de ateştedir”

dediği

rüşvet

yaygınlaştı. Haram yemek toplumsal bir spor haline geldi. Camiler boş, camiler garip. Günah yerleri dolu. Kadınlar erkeklere, erkekler karılara benzemek için çırpınıyor. Muhanneslik almış yürümüş. Her yerde içki ve fışkı var. Nice Müslüman da şaşırmış vaziyette. Kalabalığın içinde bellerine sarılmış, uygunsuz vaziyette yürüyen bir çift. Herif sakallı, karı başörtülü. Bunlar nasıl Müslüman? Bazıları kudurmuş gibi haram kazanç peşinde. Saçı bitmedik yetimlerin, zavallı fakir halkın haklarını zimmetlerine geçirirken hiç mi hiç utanmıyorlar. Peygamber böyle kudurmuşlar için

“Onların gözünü toprak doyurur”


diyor.

Ülke, halk, devlet çok kötü vaziyette; büyük bir güruhun umurunda bile değil. Onlar, yarın Kıyamet’in kopacağını bilseler bugün yine haram kazanç peşinde koşmaktan geri durmazlar. Üzülmesi, ağlaması, vicdan azabı çekmesi gerekenlere bakıyorum; şad u handan, günlerini gün ediyorlar. Peygamber bir gün, neş’eli gördüğü bir grup ashabına

“Siz benim bildiklerimi bilseniz, çok ağlar, az gülerdiniz”


demiş de bunu duyan sahabeler o gün hıçkıra hıçkıra ağlamış. Asıl ağlanacak zaman bu zamandır. Vicdanlar nasırlaşmış, yürekler taşlaşmış, göz pınarları kurumuş. Peygamber bir gün ashabtan bir zata

“Ey filan, evine çekil ve ağla”

demiş. Ağlanacak zaman bu zamandır. Ağlaması gerekenler niçin bu kadar çok gülüyor?

On sekizinci miladî asırda,

Lâle Devri şâirlerimizden

biri bu şehrin halkına hitaben

“Eyâ ey İslambol halkı!..”

diye başlayan

dehşetli bir uyarı ve tenkid şiiri

yazmış. Genç yaşında bir trafik kazasında kaybettiğimiz

melek-haslet merhum Cevat beye

yıllarca önce şiiri inceletmiş ve çeşitli kaynaklara baktırarak sahih bir metnini hazırlatmıştık.

Nereye koyduğumu bulayım da onu basayım. İstanbul halkının uyarıya çok ihtiyacı var.

En çok bazı Müslümanlara acıyorum. Öyle rahatlar, öyle keyifliler, öyle gel keyfim gel bir hayat sürüyorlar ki… Sanki Fâtih veya Kanunî devrinde yaşıyorlar. Gafletin bu derecesi tarihte görülmemiştir. Şimdi herkesin aklı fikri parada, kazançta, zenginlikte, rantta, lüks ve konforlu bir hayatta.

Geçenlerde sözde dindar, sözde idealist bir genç tanıdığım

“Ağabey şöyle lüks bir araba alsan da gezsek”

demez mi. Bende bir kere böyle araba alabilecek para yok. Olsa da, deli miyim ki, lüks bir dabbeye yirmi otuz milyar vereyim. Ucuz, gösterişsiz bir otomobil neyime yetmez. Çok para kazanmak, iyi yemek, iyi giyinmek, gezip tozmak, lüks meskenler, lüks vasıtalar, gösteriş, gurur, kibir, riya, israf, tüketim… Bunlara mübtelâ bir adamın dindar sayılması mümkün mü?

Şu İslâmcı geçinene bakınız.

Ezanlar okunur bir kere bile bir camiye gidip de cemaatle namaz kılmaz. Camilerin onun nazarında; kiliseden ve havradan farkı yoktur. Namaz kılmakta rant olsa kılacak ama ne yazık ki, rant yok.

Geçen hafta bir ikindi vakti, balkonumda oturmuş çay içiyordum. Balkonumdan

Marmara, Fenerbahçe, Adalar görünüyor.

Kumkapı tarafından büyük bir tenezzüh motoru geldi geçti. İçi karınca gibi insan kaynıyor. Arada birkaç kilometre mesafe olmasına rağmen def, dümbelek, zurna, klarnet sesleri, yüzlerce hançereden çıkan boğuk ve vahşi şarkılar ve türküler balkonda beni rahatsız etti, dehşete düşürdü. Geceleri Beyoğlu, Taksim, Elmadağ tarafları cehennem gibiymiş. Günah seller gibi akıyormuş.

Gökte işaretler var, yer haber veriyor kendi lisanıyla.

Ağaçlar, bitkiler, kuşlar, balıklar, kedi ve köpekler, saksılardaki çiçekler bile insanoğluna uyan uyan diye haykırıyor. Denizin dibindeki kumlar kızgın, martılar çılgın gibi bağırarak uçuyor. Ağustos 1999 büyük zelzelesinden önce kafesteki kuşlar çırpınmış, kediler köpekler çıldırmış gibi hareketler yapmış, gökte ve yıldızlarda bambaşka, acayip bir parlaklık görülmüş, denizde alışılmadık dalgalanmalar olmuş. Nebatlar, hayvanlar, sema, yeryüzü, sular lisan-ı halleriyle insanları uyarıyor. Yazık ki, insan kulak vermiyor bu uyarılara, bu feryatlara.

Bir yol tutturmuşlar gidiyorlar burunlarının doğrultusunda. Bu yol nereye gidiyor, düşünen yok.

Bu yol günah, inkâr, isyan, tuğyan, fısk, fücur, dalalet yoludur.

Bu yol Mevlâ’ya ulaşmaz, belâya götürür. Bu yolun sonu gazab ve azabtır.

Bu yoldan dönmek gerek. Rıza yoluna, taat ve itaat yoluna, tövbe ve istiğfar yoluna girmek gerek. Azgınlığın sonu iyi olmaz. Yularlarını şeytanların ellerine verenler ebedî saadete nâil olamaz. Nemrud, Firavun, Şeddat gibi yaşayanlar ileride Cennet’e değli, Cehennem’e konulacaktır.

Ey Müslümanlar! Sizin bilmemek gibi bir mâzeretiniz yoktur. Size Kur’an verilmiş, size Resûl’ün Sünnet’i verilmiş, size Şeriat verilmiştir. Lâfla tasdik ettik demekle iş bitmiyor. Yaşamak, uygulamak, sahip çıkmak icab ediyor. Büyük süpürge, felâket, gazab ve azab ansızın gelirse tevbe etmeye bile vakit kalmayabilir. 12 Haziran 2002