Salı

YIL 1968,

İstanbul’da günlük

BUGÜN

gazetesini yayınlıyorum. Memleketin durumu allak bullak. Deniz Gezmiş’ler, Mahir Çayan’lar ve onların arkasındaki, kışkırtan ve yönlendiren güçler ülkemizde Castro-vâri bir devrim yaparak

Marksist bir sistem

kurma hazırlıkları içinde.

O zamanın Ergenekoncuları irtica var, Atatürkçülük, gericiler yaygaralarını yoğun şekilde sürdürüyor.

Tarihini hatırlamıyorum, bir sonbahar günüydü, şu meşhur

Cumhuriyet gazetesi “Ankara Kara Harp Okulu’nda bir Nurcu Teğmen”

başlıklı kışkırtıcı bir haberi manşetten verdi. Buna hayli canım sıkıldı. Elimde bir koz vardı, çekiniyordum, kullanamıyordum. Özeti şuydu:

Aynı yılın baharında, okulların tâtil edilmesinden birkaç gün sonra ziyaretime resmî elbisesiyle bir

Hava Harp Okulu öğrencisi

gelmiş, bir kitap vermişti. Kitabın ismi

“Gök Senin”

di. Bu kitap öğrencilere okulun tatil edileceği gün dağıtılmıştı. Cağaloğlu’nda solcu (Marksist) bir yayınevine hazırlatılmıştı. Muhteviyatı (içindekiler) buram buram solcu,

Marksist, Komünist edebiyatı

kokuyordu. Hattâ (O tarihte bütün şiddetiyle süren) Vietnam savaşı hakkında antimilitarist bir şiir de vardı.

Ertesi günü BUGÜN’de bütün ülkeyi ayağa kaldıran haberi verdik.

Askerî bir okulda Komünizm propagandası yapılmıştı!..

Sonradan öğrendim,


haber yayınlanınca Ankara’dan emir gelmiş, askerî öğrencilerin dolaplarındaki kitap, risale, dergi, evrak torbalara konulmuş, mühürlenmiş ve araştırma başlatılmıştı.

O zamanın Ergenekoncu, Sabataycı, Kemalist, Egemen Azınlık basını hep bir ağızdan yaygaraya başlamış;

gericiler kahraman ordumuza çamur atıyor

edebiyatı yapılmıştı. Üçüncü gün mü neydi, ajanslardan bomba gibi bir haber gelmişti:

Heybeliada

Deniz Harp Okulu subay taburu topluca bir bildiri yayınlamıştı.

Bildiride

“Biz halk ordusuyuz”

gibi

Mao üslûplu

sözler yer alıyordu. Henüz öğrenci olan bu genç subayların toplu bildiri yayınlamaları ordunun iç hizmet talimatına göre yasaktı ama onlar yasak masak dinlemiyorlardı.

Sonradan, bu bildiriyi

şimdinin şu meşhur sunucusu Ali Kırca’nın kaleme aldığını öğrenmiştik.

Bahriye mektebinde genç bir subaymış… BUGÜN’ün haberinden,

genç subayların ateşli bildirisinden sonra

Türkiye toz duman içinde kalmıştı.

Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve arkadaşları sanki şahlanmışlardı. O zamanlar Sovyetler Birliği’nin en güçlü yıllarıydı. Fidel Castro Küba’da Marksist bir devrim yaparak nasıl iktidarı ele geçirmişse, aynı şey pekâla Türkiye’de yapılabilir diye düşünüyorlardı.

Müslümanlar iki ateş arasında kalmışlardı. Bir tarafta bozuk düzen ve sistem, öbür tarafta ondan beter kızıl rejim tehlikesi.


Bendeniz 1969’un birinci ayında

hacca gitmek üzere

Türkiye’den normal pasaportla ve normal çıkışla ayrıldım.

Benim ülkeyi terk edişimden bir gün sonra Yargıtay’ın mahkûmiyetimi tasdik kararı İstanbul Adliyesi’ne gelmiş…

1971’in 12 Mart’ında ordu darbe yapıp iktidara el koyunca sıkıyönetim mahkemeleri kurulmuş, Deniz Gezmiş’ler ve diğer militan ve şiddete yönelik Marksistler yakalanmıştı. Yıllar sonra elime geçen

Sıkıyönetim mahkemesi zabıtlarında ve kararlarında anlattığım konu hakkında hayli bilgi ve belge bulunmaktadır.

12 Mart askerî darbesi maalesef adaletli olmamıştır.


Cumhuriyet gazetesi 20 gün kapatılırken, BUGÜN gazetesi süresiz kapatılarak batırılmıştır… (Oysa o Ali Kırca marifetli bildiriyi TSK’ne ve kamuya duyurun gazete BUGÜN gazetesi idi, teşekkür edeceklerine kapattırıyorlar geri zekalılar… REB)

Deniz Kuvvetlerimizin hükmî şahsiyetini (tüzelkişiliğini) tenzih ederek yazıyorum: Bahriye’deki darbecilik, militanlık, halk oyuyla seçilmiş iktidarı demokratik olmayan metotlarla tasfiye etmek zihniyetinin

mâzisi 1960’lara dayanır.


Doğan Avcıoğlu’nun bu hamurda çok tuzu biberi vardır.

Ordumuzun siyasetten, ideolojilerden, aşırı akımlardan uzak durması gerekir.

Balkan harbini, ordunun siyasete karışması yüzünden kaybettik.

Peki din ve dindarlık meselesi ne olacak? Din, inanç, ibadet, inandığı gibi yaşamak hak ve hürriyeti insanların temel haklarındandır. Bu hak ve hürriyetler elbette ordu mensupları için de geçirlidir.

Osmanlı devleti zamanında ve Cumhuriyet’in başında askerî kışlada kubbeli, minareli camiler vardı ve beş vakit namaz cemaatle kılınırdı. Boğaz köprüsünün (Avrupa yakasında) Ortaköy sırtlarında meşhur Orhaniye Kışlası yer alır, geçerken bir göz atınız, ortasındaki camiyi görürsünüz. (Otomobili sürenler bakmasın, yolcular baksın…)

Heybeliada’daki Bahriye mektebinin de minareli camisi varmış, CHP iktidarı zamanında, 1930’larda yıktırılmış.

Eskiden (Cumhuriyet’in ilk yılları dahil) büyük zırhlı gemilerde müftü, küçük savaş gemilerinde kadrolu imam bulunurmuş.

1950’li yıllarda ordumuz Ankara İlahiyat Fakültesi’nde üniformalı moral subayları okutup yetiştiriyordu.

Birliklerde camiler vardı, ezan okunuyor beş vakit namaz kılınıyordu.

Bundan elli yıl önce camilerde sivillerin arasında namaz kılan, başları takkeli, üniformalı subaylar görülürdü ve bu hal çok tabiî karşılanırdı.

Ordumuzu tenzih ederim. Ordumuz dinsiz değildir, İslâm dinine karşı değildir. Ordumuza sızmış olan, ordumuza zarar veren bir zihniyettir dinsiz olan.

Laik Fransa’da bile orduda hizmet gören Katolik papazları, Protestan pastörleri, Yahudi hahamları vardır.

Amerika’da ordu ile din iç içedir.

Bir askerî birlikte hizmet gören birMüslüman, ben dinî inançlarım dolayısıyla domuz eti yemek istemiyorum deyince akan sular durur ve ona haram yemek verilmez.

Bir savaş gemisinde Müslüman personel varsa ve namaz kılmak istiyorlarsa onlara muhakkak bir mescid yeri temin edilir.

Medenî ve demokratik bir ülkenin ordusunda ibadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, başına takke geçirmek, karısı veya kızı tesettürlü olmak, şu veya bu dinî tarikata mensup olmak asla suç değildir.

Önemli olan vazifesini doğru ve dürüst şekilde yapmak, hizmette kusur etmemek; ahlaklı, faziletli, vatansever, doğru, başarılı, ehliyetli, liyakatli olmaktır.

Yazımın başında bahs ettiğim hadiseyle ilgili kocaman bir kitap yazılabilir. (Gazetelerde çıkan yazılar, haberler, resimler, Sıkıyönetim Mahkemesi zabıtları, kararları vs..)

(İkinci yazı)

ŞİFALI BİTKİLER NASIL ZARARLI OLUR?

Şifalı bitkiler konusunda ehliyetli ve liyakatli bir uzman olan Alev Ersan Türker’in

“Bitkilerle Gelen Sağlıksızlık”

başlıklı yazısından şu paragrafı dikkatinize sunmak istiyorum.

Günde 20 bin lira kazanan şarlatan doktor

Bundan 2 yıl önce Sağlık Müdürlüğü ve Eczacı Odası denetmenleriyle birlikte bir hekimin ofisine baskın yapmıştık. Baskından bir gün önce elimizde, içimizden bir arkadaşımızın yeni çekilmiş, hiçbir hastalığı olmayan rontgeniyle, aynı hekimin yolunu tuttuk. Hekim rontgene şöyle bir bakıp, hastanın akciğer kanseri olduğunu, kendisinin bunu iyileştirebileceğini söylemiş ve bize birkaç paket ot karışımıyla içinde ne olduğu belirsiz bazı sıvıları 600 TL karşılığı satmaya kalkmıştı. Sonra ne oldu?

Baskında otlara ve sıvılara el koyduk, günlük hesap tuttuğu defterlere de… Günlük kazancı yaklaşık 20 bin lira idi, bizim kestiğimiz ceza ise 180 lira! Aynı hekimin şimdi internet üzerinden satış yaptığını hayretler içinde seyrediyoruz.”

Bizde her şeyin sömürüsü yapılır da şifalı bitkilerin yapılmaz mı?.. Aslında insana çok yararlı olan şifalı bitkiler, mutlaka ehliyetli, diplomalı, ruhsatlı uzmanların tavsiyesiyle kullanılmalıdır.

Sağlıklı kişiye akciğer kanserisin diyerek 600 liralık ilaç satan kişiden her şey beklenir. Günlük kazancı 20 bin liraymış. Ayda en az 500 bin lira eder. Yılda 6 milyon lira… İyi para değil mi?

Maalesef bizde: İlaç sanayiinde… Konvensiyonel Ortodoks tıpta… Şifalı bitkilerle tedavide… Paralel yumuşak tıplar konusunda bir yığın usulsüzlük, etik dışı hareket, dolandırıcılık yapılmaktadır.

Devletimiz maalesef bunları önleyemiyor.

Gazetelerde her gün şifalı bitkiler, şifalı yiyecekler, şifalı gıdalar ile ilgili sansasyonel yorumlar çıkıyor. Bunları uzmanlar mı yazıyor? Maalesef…

Nar suyu çok şifalı imiş… Eyvallah ama on gün müddetle, günde on bardak nar suyu içersen yararlı değil, zararlı olur.

“Eczacınız Diyor ki: Alev Ersan Türker/T24”

internet adresinden yazımın başında zikrettiğim makaleyi mutlaka okumanızı tavsiye ederim. 25 Kasım 2009