Çarşamba

 

Haliç sahilindeki Balat’ı severim ve senede birkaç kez oraya alışverişe giderim. Pazar günü (15 Mayıs) Sultanahmet semti bir cadı kazanına dönmüştü. Hem biraz hava alayım, hem de bir yerde ikindi çayı içeyim diyerek yola çıktım.Yollar kapalı, vasıtalar çalışmıyor, otomobil şovu varmış. Bin zahmet Divanyolu’ndan Çarşıkapı’ya çıkabildim. Oradan Bakırcılar tarikiyle Mercan’a indim. Geç kalmışım, seyyar antikacılar gitmiş. Rüstem Paşa Camii yanında yeni açılmış bir kuru yemişçiden biraz fındık, incir aldım. Yağlı nişastalı tatlı yemektense bunları tüketmek sağlığa daha elverişli. Kıyafetinden Diyarbakırlı olduğu anlaşılan bir satıcıdan da Besni kuru üzümü aldım. Kuru üzümü yerken çekirdeklerini mutlaka dişleriyle parçalamak gerekir. Onlarda oksitlenmeyi önleyen, vücudu yıpranmaya karşı koruyan bir madde var. Katarakta, glokomiye, kolesterole ve daha bir sürü hastalığa iyi geldiği söyleniyor.

Eminönü’nden Balat’a geçtim. Burası eskiden Yahudi mahallesiydi. Şimdi birkaç Musevî kalmış, sanırım sinagogları da artık kapalı. Balat İstanbul’un en ucuz, esnafı ve insanları iyi huylu, ülfete, ünsiyete müsait yeridir. Her hafta burada İnebolu pazarı kurulur. Pazardan, yemeğini ve salatasını yapmak için bir çeşit tırmanıcı ağacın filizlerinden aldım. Ayrıca torba yoğurdu, başka sebzeler, biraz meyve.

Pazar günü orada dükkânların çoğu açık. Nalburlar ve saire. Orkide pastahanesinde yanımdaki öğrenci ile ikişer çay içtik, çayın yanında iki tabak susamlı çubuk yedik, eve götürmek için üç profiterol… Hepsi 6 YTL. tuttu!

Taksi durağının yanındaki tatlıcıdan bir kilo tulumba tatlısı aldım. Henüz yemedim, nefis görünüyordu. Onun kilosu da sadece 4,5 YTL.

Cibali, Fener, Balat semtleri imar edilecekmiş. Avrupa’dan bu maksatla büyük paralar gelmiş. Batılılar Fener’i, Vatican gibi bir dinî merkez yapmak istiyor. Balat’ı da tekrar Yahudileştirmek niyetinde olanlar varmış. Emlâk fiyatları fırlamış.

Haliç artık eskisi gibi pis kokmuyor. İleride bu bölge mâmur, canlı ve medenî bir semt olabilir. İmkânı müsait olanların bahçeli birer ev satın almalarını tavsiye ederim.

Plânsız, programsız, sınırsız göç yüzünden İstanbul anarşik bir şekilde büyüdü, korkunç bir nüfus patlaması oldu. Bu şehrin nüfusu beş milyonu geçmemeliydi. Şu anda onbeş milyondur ve göç durmamaktadır. Oy avcıları, arsa ve arazi spekülatörleri akının devam etmesini istiyor ve teşvik ediyor. Bu haliyle İstanbul biyolojik bir saatli bombadır. Ne zaman patlayacağı bilinmez.

Her sokağa çıkışımda şehri terk etmek zamanının çoktan gelmiş ve geçmiş olduğunu daha iyi anlıyorum.

Geçen hafta Beyoğlu’na gitmiştim. İstiklâl Caddesi’nde bir insan seli vardı. Tophane’den yukarı çıkarken Fransız sokağı adında bir yer gördüm.İki tarafında restoranlar, şaraphaneler yer alıyordu. Bizde şarap içmeyi, salyangoz yemeyi medenîlik ve kültürlü olmak sanan bir zümre var.

Beyoğlu’nun ara sokakları cafelerle, içkili lokallerle, avrupaî çayhanelerle dolmuş. Yiyenin, içenin vakit öldürenin haddi hesabı yok. Bunların çoğunluğunu gençler oluşturuyor. Acaba gülüşerek neler konuşuyorlar? Edebiyat, tarih, sanat, felsefe, memleket meseleleri, Türkiye’nin krizleri, mimarlık, şehircilik mi?.. Yoksa fasa fiso ıvır zıvır lâflar mı?

Sokaktaki masaların yanından geçerken bir grup içindeki kızın pek hafifmeşrepçe güldüğünü gördüm.Kıkır kıkır, fıkır fıkır…

Küpeli genç erkekler, göbeği açık genç kızlar…

Dostlarımdan Sezgin ve Necdet beyler tesettürlü bir taze görmüşler. Başı örtülüymüş ama göbeği açıkmış. Bana söylediklerinde önce inanamadım. “Olmaz böyle şey” dedim. “Biz gözümüzle gördük” dediler.

Tesettürlü bir genç hanım nasıl olur da göbeğini açar. Bu işin içinde sakın bir bityeniği olmasın.Pembeler, dinsizler, “gerçeği örtmek ve gizlemek” isteyenler birini kiralarlar, başını örterler, göbeğini açarlar ve sokaklara salarlar.

Müslümanlar bugünlerde çok dikkatli olmalı. İçimizde sürü sepet casus, ajan, kışkırtıcı, yönlendirici, istihbaratçı var.

Bazıları “Be adam senin Beyoğlu’nda ne işin var?” diyebilir. Beyoğlu’na kitap almaya gidiyorum. Beyazıt’taki Sahhaflar Çarşısı’nda eski kitap hemen hemen kalmadı. Galatasaray Lisesi’nin karşısındaki Balıkpazarı’nda Aslı Han’ın zemin ve bodrum katları sahhaf dolu. Oradan daha ziyade Fransızca kitaplar ve dergiler alıyorum. Bazen Osmanlıca kitap, mecmua ve dergi bile düşüyor. Birkaç hafta önce birkaç nadir parça buldum:

1. Bir adet “Kevkeb-i Osmanî” gazetesi. (3 Mayıs 1315, Sayı: 87)

2. Paris’te basılmış bir adet “Terakki” gazetesi. (Tarihi yoktu. 1908 olabilir.)

3. Osmanlılar zamanında Bağdad’ta basılmış haftalık “Er-riyad” 14 Mart 1328 tarihli nüshası.

4. Safahat’ın Gölgeler başlığını taşıyan ve Mısır’da İslâm yazısıyla 1933’te basılmış yedinci fasikülü.

5. İki adet küçük hacimli divan.

6. Elyazması kitap parçaları, sayfalar…

7. Osmanlılar zamanında çıkmış en lüks dergi olan Şehbal’dan parçalar.

8. Üzerinde yazı olmayan aherli elyapımı kağıtlar.

9. Fransızca, lüks kağıda sadece 500 nüsha basılmış ve numaralanmış iki kitap.

Sahhafların bulunduğu Aslı Han’ın en üst katında bir mescid var. İş saatlerine rastlayan vakit namazları cemaatle kılınıyor.

Cafe, restoran, pastahane, kitap sarayı açma yarışını Müslümanlar şu anda kazanacak durumda değiller. Bu gibi hizmetler, ticaretler, faaliyetler; taşra, varoş, gecekondu, kırsal kesim zihniyeti ve kültürü ile yürütülemez.

İmkânım olsa Beyoğlu’nda bir “Osmanlı Kahve ve Çay Evi” açarım. Ayakkabı ile girilmez, sigara içilmez, yerler kıymetli halılarla kaplı, sedirler, minderler, sanatlı avizeler, bakır ve sarı tepsiler. Tavanlar kumaşla kaplı, ortalarında işlemeli ahşap göbekler. Kışın mangallarda ateş. Çok kibar ve zarif garsonlar. Nefis kahveler, çaylar, şerbetler, limonatalar, börekler, çörekler, sütlü tatlılar, hamur tatlıları.Hafif perdeden çok kaliteli bir müzik.

Ortada büyük bir salon, salona açılan duvarı kaldırılmış odalar.

Birtakım üstadlar, beyefendiler, hocalar, saygıdeğer kimseler etraflarındakilerle sohbet ediyor. Faydalı, meraklı, ilgi çekici, hikmetli, cezbedici konuşmalar…

Böyle bir yer bir müddet sonra bir akademi haline gelebilir.

Türkiye Müslümanlarının İstanbul’da onbeş; Ankara,İzmir ve diğer büyük şehirlerimizde üçer beşer böyle medenî yer açmaları gerekmez mi?

Dekorasyonu, hizmeti, atmosferi ile bizi temsil edecek bu gibi mahfellere, lokallere o kadar büyük bir ihtiyaç var ki.

Bazen, akşamdan sonra bir yere gidip çay içeyim, birkaç kişi ile yarenlik edeyim diyorum da, gidecek yer bulamıyorum.

Türkiye korkunç bir şekilde ve hızla bedevîlik kültürüne yuvarlanıyor.

Bir mahallin lüks olmasıyla da iş bitmiyor. Oraya gidenlerin medenî, vasıflı, terbiyeli, görgülü olmaları gerek. Konuşmaların kalitesi ve konusu çok önemlidir. Hahaha hihoho… En düşük seviyede siyaset… İncir çekirdeğini doldurmaz güncel dedikodular… Bayağı magazin mevzuları… Böyle konuşmalarla Dolmabahçe Sarayı’nda Meissen porselen fincanlarından çay içilse yine kaliteli bir meclis olmaz. 19 Mayıs 2005