Salı

 

Açık, demokratik, hukukun üstünlüğüne dayalı bir sistemde tabular bulunmaz; âdil kanunları ihlâl etmemek şartıyla vatandaşlar fikirlerini, görüşlerini, tekliflerini, tenkitlerini korkmadan ve serbestçe ortaya koyarlar. Ülke ve devlet işlerinin iyi yürümesi, yapıcı tenkitlerin varlığına ve idarecilerin bunları dinlemesine bağlıdır.

Yıllardan beri Türkiye’nin iç politikası ve diplomasisi son derece kötü, yetersiz, kirlenmiş vaziyettedir.

Türkiye, Osmanlı devletinin bir devamıdır. Maziyi, tarihi, Osmanlıyı inkâr etmek bu topraklar üzerindeki meşruiyetimizi inkâr mânasına gelir. Biz, tarihte Roma İmparatorluğuna eş, hattâ ondan yüksek bir nizam-ı âlem (pax) kurmuş bir ülkeyiz. Devletimizin bu mâziye uygun bir dış siyaseti olması gerekir.

Son İsrail saldırıları göstermiştir ki, bugünkü yönetim devletimize yaraşan bir politika takip etmiyor, sanki ABD’nin ve İsrail’in kayıtsız şartsız bağımlısı gibi hareket ediyor. Böyle bir bağımlılık Türkiye’ye yakışmaz; ülkemizin, halkımızın, devletimizin menfaatleri ile uyuşmaz.

Başbakanın, daha sonra dört beş defa özür beyan ettiği “İsrail soykırımı” sözü zaten bir edebiyattan ve zevâhiri kurtarmaktan ibaret idi. Sayın Ecevit bu edebiyatı yaparken Ankara, İsrail’e bir katrilyon liralık bir tank tâmiri işi vermiştir.

Bundan on küsur yıl önce, Sovyetler Birliği yıkıldığı ve Ortaasya Türk ülkeleri bağımsızlığa kavuştuğu zaman da, Türkiye tarihî misyonunu yerine getirememiştir. Amerika, Haçlı Batı dünyası, İsrail bizim o ülkelere Laiklik ve Latincilik götürmemizi istemişlerdi. Böylece büyük tarihî bir fırsat kaçırılmıştır. Şu anda, Türkiye ile Özbekistan’ın arası, bundan altı yüz yıl önce, Yıldırım Bayezid ile Timur zamanındakinden daha açık, daha soğuktur.

Türkiye Ortadoğu’daki rolünü hakkıyla oynayamıyor. Lozan andlaşmasının gizli protokolları bizim elimizi kolumuzu bağlıyor. Komşu ve kardeş Arap ülkeleriyle doğru dürüst ticaret yapmamız bile sanki yasaktır. Amerika’dan, Okyanus’u aşarak yiyecek maddesi, meyve getirtiyoruz ama kapı komşumuz Suriye ile alış veriş yapmıyoruz.

Bu kopukluklar ülkemizin, halkımızın, devletimizin menfaatlerine aykırıdır.

Bizdeki bazı güçlü lobiler Lozan’ın gizli maddelerine sadakatle uyuyor ama ABD bu andlaşmayı imzalamamıştır bile.

Dış politikamızdaki aksaklıkların ana sebebi, Dışişleri Bakanlığımızın iki kimlikli bir cemaatin kontrolü altına geçmiş olmasıdır. Bakan bey ve Bakanlığın en yüksek düzeydeki yirmi beş kadar büyük bürokratı bu cemaate mensuptur.

Artık ortaokul çocuklarının bile bildiği bir gerçek vardır ki, bizde iki devlet bulunmaktadır. Biri açıktaki devlet, ötekisi esrarlı, perde arkası gizli devlet. Bu ikilik ortadan kaldırılmadıkça Türkiye’nin yönetiminin ve işlerinin düzelmeyeceği anlaşılıyor.

Yüksek rütbeli bir devlet memuru birkaç yıl önce cesaretle ve yüksek sesle şöyle bir beyanda bulunmuştu:

– Onlar yüzde doksan oy alsalar bile iktidar olamayacaklardır!

Demokratik bir ülkede böyle laflar edilmesi ne büyük bir talihsizlik ve felakettir. Türkiye bir auto-colonie (içten sömürge) midir ki, böyle konuşanlar çıkabiliyor?

Sanki birtakım gizli güçler ülkemizin ve devletimizin ilerlemesini, güçlenmesini, zenginleşmesini, yücelmesini baltalamak için ellerinden gelen her şeyi yapıyor.

Ülkemiz bugünkü borç gayyasına (Cehennemin en derin çukuru) ve IMF tuzağına nasıl düşmüş, nasıl düşürülmüştür?

Elli güçlü, tekelci, kartelci aile Türkiye’nin bütün nimetlerini, gelirlerini, imkanlarını götürmektedir.

Bizim halkımız, genç nesillerimiz militan ve saldırgan Aziz Nesin’in iddia ettiği gibi aptal, ahmak, geri zekalı değildir. İçimizde milyonlarca süper zeka bulunmaktadır. Ancak bizde zekalar eğitilmiyor, geliştirilmiyor; aksine körletiliyor. Bu şeytanî ve cehennemî körleştirme, aptallaştırma planlarını kimler yapıyor, kimler uyguluyor?

Ülkemiz, vatanımız topyekûn bir hıyanet ile karşı karşıyadır. Bize yapılanlar, 19’uncu ve 20’nci yüzyıllarda klasik sömürgeciler tarafından Asya ve Afrika ülkelerinde bile yapılmamıştır.

Ortada gün gibi açık bir gerçek vardır: Kuvvetli bir Türkiye istenmemektedir. Sahte dostlarımız, yalancı müttefiklerimiz ancak kendilerinin yardımlarıyla, koltuk değnekleriyle zar zor ayakta durabilen bir Türkiye istiyorlar. Bunu gerçekleştirmek için de birtakım hainleri, işbirlikçileri kullanıyorlar.

Türk lirası, Türk parası bugünkü hale nasıl getirilmiştir? Dünyada hiçbir ülkenin parası bizim paramız kadar değer ve itibar kaybetmemiştir. Bir dış seyahatte bizim on milyonlukları, yirmi milyonlukları yabancı bir bankada dolara veya başka bir paraya çevirtmeye kalkışırsanız ne demek istediğimi anlarsınız.

Yedi sekiz yıl öncesine kadar Türkler dış dünyaya açılıyor, en büyük işlerden en küçük ticarete kadar başarılı, kazançlı, faydalı çalışmalar yapıyordu. Gizli, sinsi, hain bir plan sonunda bu dışa açılma, bu kazanma hamlesi durdurulmuştur.

Geniş topraklarımızda niçin yağlı tohum ziraati yapmıyoruz da, yemeklik yağlarımızı Amerika’dan getirtiyoruz? Niçin hayvancılık yapmıyoruz da dışarıdan kalitesiz parça et ithal ediyoruz? Bizdeki ziraat, hayvancılık kendi kendine mi gerilemiştir, yoksa planlı bir hıyanet sonunda mı çökertilmiştir?

Nice ülke çiçek üretiminden her yıl milyarlarca dolar kazanç elde ediyor da, biz topraklarımız ve iklimimiz müsait olduğu halde niçin böyle bir faaliyet yapamıyoruz?

Üniversitelerimiz niçin idarecilere, halka, işadamlarına ışık tutmuyor, yol göstermiyor? Başörtülü kızlarla savaşacaklarına ülkenin kurtuluşu, yücelmesi için planlar, projeler üretseler, müsbet teklifler getirseler daha iyi olmaz mı?

Gerçekten çok kötü, çok feci bir durumdayız. Kanıksamışız, aldırdığımız da yok. 17 Nisan 2002