Battık, Bittik
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 26 Şubat 2019
Pazartesi
Japonya’nın, Kore’nin, Taiwan’ın büyük iş adamları iç piyasayı tokatlamak için modası geçmiş, ihraç imkânı olmayan, yabancı patentli otomobiller üretmiş olsalardı… Yine iç piyasayı tokatlamak üzere dondurma, salça, reçelli yoğurt, gazoz sanayii kurmuş olsalardı… Yine iç piyasayı tokatlamak için ihraç imkânı olmayan kalitesiz beyaz eşya, elektronik âletler üretselerdi ülkeleri bugünkü gibi kalkınmış, zengin, müreffeh olabilir miydi? Asla olamazdı, onlar da bizim gibi batarlardı.
Bir iş adamının gerçekten büyük olabilmesi onun ülkesine, halkına hakkıyla hizmet etmesine bağlıdır. Ülkesinin, milletinin, devletinin aleyhine olarak yabancılarla işbirliği yapan, kendi halkını tokatlayan, kazıklayan iş adamları Karun kadar zengin olsalar da asla büyük olamazlar.
Türkiye’nin otomobil sanayii var da; Cumhurbaşkanı, başbakanı, bakanları, büyük bürokratları, ileri gelenleri niçin Türk otomobillerine binmiyorlar? Fransa cumhurbaşkanı bir Alman veya Amerikan arabasına biniyor mu? Binmiyor, kendi yüzde yüz yerli ve millî otomobillerine biniyor.
Bizim büyük otomobil patronlarımız Türk arabalarına biniyor mu? Binmiyorlar. Onlar bir Türk otomobiliyle gezmekten ar ve hayâ ederler. Halklarına demode, geri, çaptan düşmüş, yabancı patentli, montaj arabalar satarlar; kendileri en ileri, en lüks, en güzel yabancı limuzinlerle gezip tozarlar.
Türkiye’de birtakım iri sanayiciler, iş adamları var ama Krupp’lar, Agnelli’ler, Sony’ler, Samsung’lar yok.
Türk ve Müslüman isimleri taşıdıkları halde Yahudi dinî yılbaşı gününde gizli Sabataycı sinagoglarına giderek yedi saat İbranice ve Lodino diliyle dualar eden, ilahiler okuyanlar; özel arazilerine kiliseler inşaa ettirenler zengin olmasını biliyorlar, lâkin ülkelerinde Güney Kore’de ve Japonya’da olduğu gibi millî, yerli, ihraç imkânı olan, hem şekli, hem de tekniği mükemmel otomobiller üretecek bir sanayi kuramıyorlar.
Birtakım iş adamları binlerce işçiye çalışma imkânı temin etmişlermiş, onlara ekmek parası kazandırıyorlarmış. Bu, madalyonun bir yüzüdür. Öteki yüzü yirmi milyon işsiz vatandaşın hazin ve utanç verici sefalet manzarası görünüyor. İri iş adamlarımız, iri oldukları kadar da büyük olmuş olsaydılar, Japonya’da, Güney Kore’de olduğu gibi güçlü, ihracata dönük, başka ülkelerin ürünleriyle rekabet edebilen mükemmel mallar çıkartır ve milyonlarca vatandaşa iş ve ekmek temin etmiş olurlardı.
İnsanlar sadece yaptıklarıyla değerlendirilmez, yapabilecekleri halde yapmadıkları, yapamadıklarıyla da ölçülür.
Türkiye bugünkü gibi mi olmalıydı? Bizim de Japonya’da, Güney Kore’de olduğu gibi çok güçlü ve her yıl dış ülkelere milyonlarca otomobil ve vasıta ihraç eden bir otomotiv sanayiimiz olması gerekmez miydi? Biz Japonlar ve Güney Koreliler gibi yapamazmışız… Bu ne eşekçe bir bahanedir. Niçin yapamayacakmışız?
İç piyasayı tokatlamakta, hayalî ihracatta, banka soymakta, rant ve repo dalaverelerinde, resmî ihale mafyacılığında dünya birincisi olabilenler, niçin otomotiv sanayiinde dişe dokunur bir iş yapamıyorlar?
Uygarlık muygarlık, ilerlemek, falan filan… Bunları anladık da, Türkiye niçin bir Güney Kore kadar olamamıştır? Ülkemiz mi yetersiz, nüfusumuz mu az, imkanımız mı yok? Hepsi var ama bizde beyin, ahlâk, fazilet, vatanseverlik yok.
Halkı ne hale getirdiler. Nice insan işsiz ama herhangi bir iş teklif edilse kabul etmiyorlar. İstekleri çok:
Haftada iki gün tatil, senede bir ay izin, sosyal sigorta, sendikal haklar, emeklilik, öğle yemeği, ikindi çayı ve hepsinin üzerine tüy dikerceine “Az iş, çok para” prensibi.
Köyler boşalıyor, tarlalar, bahçeler ekilip biçilmiyor, hayvancılık ölmüş. Dışarıdan buğday, pirinç, bakliyat, peynir, tereyağ, fidan, çiçek, saksı toprağı ve daha binlerce çeşit mal ithal ediyoruz. Öyle büyük bir uğursuzluk ve şeamet var ki, denizlerdeki balıkları bile kurutmuş bulunuyoruz.
Hedonizm ülkeyi pençesi altına almış. Zevk, haz, eğlence, keyif felsefesi bizi bitirmiş, batırmış.
Zenginler kudurmuş gibi lüks, israf, gösteriş aşırı tüketim peşinde koşuyor. Yeni lüks apartıman dairelerinin nefis banyoları, mutfakları kırılıyor; daha lüks, daha pahalı, daha gösterişli yapılıyor. Bu iş için mültimilyarlar harcanıyor. Sonradan görmüş, türedi, kendini bilmez, şirret, edepsiz karılar, “Hayır o banyoyu istemem, seramikler sökülecek, Brezilya graniti döşenecek” diye bağırıyor.
Fakirler, zenginlere imrenip onlar da için için kendilerini yiyip bitiriyor. Ah biz de onlar gibi zengin olsak, biz de onlar gibi lüks, ihtişam, debdebe, israf, kuduzluk içinde yaşasak diyorlar.
İslâmî kesimde bile lüks ve ihtişam çılgınlığı aldı yürüdü. Peygamber kanaati emr ediyormuş, bizim beyinsizler ise lüks ve israf peşinde koşuyor. Allah müsrifleri sevmiyor, israfçılar şeytanın piçleridir.
Camileri bile saçma sapan “Kargo medeniyeti” âletleriyle doldurdular. Hoparlörler, ışıldaklar, zırıldaklar, fırıldaklar, kaloriferler, serinleticiler, yel âletleri, yaldızlar. İlim yok, irfan yok, kültür yok, sanat yok, ehliyet yok, liyakat yok… Lâkin Çin ü Maçinden gelme bir sürü karın ağrısı çirkin âlet var. Birkaç hafta önce bir mahalle camiine gitmiştim. Eski levhalar yok olmuş, yok edilmiş, caminin dekorasyonunun canına okunmuştu. İlk saftaydım, az daha gülecektim ve namazım bozulacaktı. Mihrabın iki yanına çirkin mi çirkin, iğrenç mi iğrenç, gülünç mü gülünç iki kocaman işporta saati konulmuştu. İkisi de alafranga saati gösteriyordu. Bari birini alaturka saate göre ayarlasaydılar. Bir saat yetmemiş, yanına bir tane daha alıp asmışlar. Simetrik olsun diye mi? Yoksa, ilk saat yalnız ve arkadaşsız kalmasın diye mi?
Bugünkü sistem, bugünkü ideoloji, bugünkü eğitim, bugünkü bayağılık bizi mahvetti, bitirdi, batırdı. 05 Aralık 2000