Saçlarını deve hörgücü gibi yapmış, üzerine pembe değil pespembe bir örtü örtmüş. Yırtmaçlı ve çok dar koyu kırmızı bir eteklik giymiş. Bluzu yeşil. En üzerine de tünik denilen dar bir dış elbisesi giymiş. Onun rengi de pembe ama başka bir pembe. Uzun topuklu ayakkabılar. Makyaj yapmış, sonra biraz silmiş, sözde makyajsız olmuş. Bu hatunun yürüyüşü de bir âlem, kırıta kırıta, salına salına yürüyor. İnanmayacaksınız, sakız mı ciklet mi öyle bir şey çiğniyordu ve arada bir balon yapıp paaat diye patlatıyordu.

Ben bu gibi hanımlara

“Bayan Gökkuşağı”

diyorum. Üzerlerinde o kadar parlak renkler var ki, onlar bu ismi tam manasıyla hakkediyorlar. Bu sözde tesettürlü bayanların giyim kuşamları, hal ve hareketleri İslâmî ölçülere uygun mudur?

Bir kere, kadınların saçlarını topuz gibi yapmalarını Peygamberimiz kötülemiştir. Hadîs-i Şerifte böyleleri için “Onlar Cennet’in kokusunu alamayacaklardır” buyurulmaktadır. (Daha önce bu hadîsi yazmış, kaynağını göstermiştim.)

İkinci olarak, tesettür demek sadece başına alaca bulaca bir bez parçası bağlamak demek değildir. Tesettür örtünmek, kapanmak, şehvetli bakışlardan korunmak demektir. Zamanımızda öyle tesettürlüler var ki, kıyafetleri açık ve çıplak kadınlardan daha fazla dikkat ve ilgi çekiyor. Böyle bir şey tesettürün ruhuna ve hikmetine aykırıdır.

Üçüncü olarak, işin bir de sanat, güzellik, estetik tarafı vardır. Bir İslâm kadınının gökkuşağı gibi rengarenk bir kıyafetle sokaklara çıkıp salına salına dolaşması zevksizlik ve sanatsızlıktır, daha açık ifade ile çirkinliktir. Yüce İslâm dini çirkinliği istemez, Müslümanların güzel olmasını ister.

Biraz sanat, estetik kültürü olan bir kimsenin Bayan Gökkuşağının giyimini sanatlı bulması ve takdir etmesi mümkün değildir.

Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)

1915’te kaleme aldığı

“Çarşafa ve Peçeye Dair”

başlıklı bir yazıda bakınız neler diyor:

“Bu çirkin asrın ve bu çirkin muhîtin (ortamın) yegâne (tek) süsü, yegâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Yalnız bunlardır ki, gözlere hâlâ bakmak tahammülünü, bakmak arzusunu veriyor.

Niçin onlardan müşteki (şikayetçi) gibisiniz? O mazrufa (zarfın içindekine) bu zarftan daha muvafık ne olabilir? Sizi böyle gördükçe (yani çarşaflı ve peçeli gördükçe) bir kadının başka türlü nasıl giyinebileceğini düşünüyorum ve çarşafsız, peçesiz bir kadın tahayyül (hayal) edemiyorum.”

Yakup Kadri’nin bu yazısını her vatandaş okumalıdır. Bu zat bu satırları dindar bir kimse olarak kaleme almamıştır. O dindar değildi ama edibdi, sanattan ve güzellikten anlardı. Bu satırları bir estet olarak yazmıştır.

Yazının sonunda şöyle diyor:

“Sakın onları (çarşafı peçeyi) çıkarmayınız, sakın onları atmayınız. Bu çirkin asrın, bu çirkin muhîtin ortasında, asalet (soyluluk) ve zerafete yegâne dâl (delil, alâmet) olarak, bunlar, sadece bunlar kaldı. İnsanlar senelerden beri, insanlığı terzil (rezil etmek) için ve cemiyetlere (toplumlara) manzaraların en fenasını vermek için sevimsiz bir cinnetle her şeyi devirdiler. Bu güruha (beyinsiz topluluk) peyrev olmak (ardından gitmek, onlara uymak) size (İslâm kadınlarına) yakışır mı? Ben sizi zamanların ve insanların fevkinde (üzerinde), onların haricinde (dışında) biliyorum. Siz mestûr (örtülü) ruhlardan değil misiniz? Dünya yüzünde tek başına kalan ulvî bir dinin İlâhı, sizi bu sıfatla sâir (öteki) mahlukat (yaratıklar) arasında mümtaz (seçkin, üstün) kılmamış mıdır.”

Yakup Kadri’nin edebiyat, fikir ve sanat bakımından gerçekten kıymetli olan bu yazısını Bedir Yayınevi’nin çıkarttığı

“Hicab”

(örtü) adlı küçük kitaba koymuştum. Tamamını oradan okuyabilirsiniz.

Şimdi maalesef bazı Müslümanların bile geri buldukları çarşaf ve peçeyi bakınız büyük bir edibimiz, sanat ve fikir boyutu yüksek bir şahsiyetimiz nasıl öğüyor.

Ancak şu hususu da belirtmek gerek: Eski çarşaflar ile bugünkü çarşaflar arasında büyük farklar vardır. Yukarıda zikr ettiğim Hicab kitabında eski çarşaflara dair bir araştırma bulunmaktadır. Arzu buyurursanız o yazıyı da okursunuz.

Diyanet İşleri Başkanlığı 3 Şubat 1993 tarihinde Tesettür konusunda uzun bir fetva yayınlamış, tesettürün dinimizde farz olduğunu, bütün İslâm kadınlarının bu farza uymaları gerektiğini, tesettürün mahiyetini delilleriyle açıklamıştır. Kitap sayfasıyla altı sayfa tutan bu fetva-kararda bakınız ne deniliyor:

“Dinimizin emrettiği örtünmeden maksat, kadının zînetini ve zînet yerlerini eşi ve mahremi olmayan erkeklere göstermemesi ve yabancı erkekler tarafından görülmesine meydan vermemesidir. Bu itibarla örtünün; saçın, ten renginin veya zînetlerin görülmesine engel olacak kalınlıkta, vücut hatlarını göstermeyecek nitelikte olması gerekir. (Serahsî, İbn Abidin)”

Diyanetin bu kararının tamamı aziz dostumuz ve sevgili kardeşimiz Ertuğrul Düzdağ beyin

“Başörtülü Melekler”

adlı 312 sayfalık değerli kitabında yer almaktadır. Adını verdiğim bu kitap tesettür konusunda gerçekten bir hazinedir. Her Müslümanın elinde ve evinde bulunmalıdır. Böyle değerli kitaplar niçin yüz binlerce, hatta milyonlarca basılmaz ve satılmaz, bunu anlamakta zorlanıyorum. (İz Yayıncılık, Tel: 0212 211 32 88)

Avrupa Birliği diyorlar, fikir ve görüş hürriyeti diyorlar, temel hak ve hürriyetler diyorlar ama din, vicdan, inanç, inandığı gibi yaşamak konusunda Müslümanların haklarını tanımak istemiyorlar. Onlar gerçekten büyük çelişki, büyük bir hoşgörüsüzlük sergiliyorlar.

Müslüman kesim hem kendi haklarını arayamıyor, hem de özeleştiri (kendi kendini tenkit) yapamıyor. Tesettür, başörtüsü diye bağırıp çağırıyoruz, hayli yaygara kopartıyoruz, öte taraftan tesettür adına, yukarıda zikr ettiğim

bayan gökkuşağı

gibi gülünçlükler sergiliyoruz.

Bunca hacının hocanın içinde birkaç tanesi çıkıp

“Ey hanımlar, ey kızlar!.. Böyle tesettür olmaz. Sizin yaptığınız bizim din, fıkıh, şeriat kitaplarımızın anlattığı gerçek tesettürün tamamen tersidir…”

meâlinde, delil ve gerekçelerini göstererek bir broşür yayınlamıyor.

Biz zamane Müslümanları ne acayip Müslümanlarız… Ülkenin her yerini kubbeli, uzun ve bol şerefeli minareli camilerle doldurduk. Bu mâbetlerin içini ve dışını yüksek ses çıkartan hoparlörlerle donattık. Günde beş kez kutsal ezanlar okunur ve bizler işimize, gücümüze, ticaretimize on-yirmi dakika ara vererek camilere gitmeyiz.

İslâm dini lüksü, israfı, gösterişi, gururu, kibri yasaklamıştır. Bizim elimize para geçince lüks ve israfta eski Firavunlara taş çıkartacak masraflar yaparız.

Elli sene boyunca İmam-Hatip mekteplerine büyük yatırım yaptık. Bu okullar baltalandığı zaman gereken şekilde koruyamadık.

“Müslümana her şeyin en iyisi layıktır” şeytanî fetvası ile hareket ederek meskenin, otomobilin, yazlığın, mobilyanın, giyim kuşamın en âlâsını, en lüksünü, en gösterişlisini edinenlerimiz, iş hizmete gelince “en iyi hizmeti” yapmıyorlar.

Müslümanın bütün hizmetleri ve faaliyetleri en iyi şekilde yapması, bu hususda başkalarını geride bırakması gerekmez mi?

En lüks meskenlerde oturanlar, en lüks otomobillere binenler, en şaşaalı yazlıklarda keyf sürenler niçin gazetelerin, dergilerin en iyisine sahip değiller?

Sapıklık ve şaşkınlık o dereceye vardı ki, birtakım Müslümanlar “Yahudilik de, Hıristiyanlık da ibrahimî dinlerdir, onlar da haktır, onların da mensupları cennete girecektir…” şeklinde hezeyanlar sarf etmeye başladı.

Yahudiler ve Hıristiyanlar biz Müslümanlar için ne diyor?

Müslümanlar ehl-i necat değildir… Kur’ân hak kitap değildir… Onların Peygamberi hak peygamber değildir… İslâm hak din değildir… demiyorlar mı?

Hiç bir şeye yanmam da, bunca hacı ve hocanın bu gibi hezeyanları ve sapıklıkları gereken şekilde red ve cerh etmemesine, bu konuda milyonlarca broşür yayınlayıp halkın uyarılmamasına yanarım.

(Yakup Kadri’nin ve çarşafla ilgili araştırmanın yer aldığı HİCAB kitabını BEDİR Yayınevinden temin edebilirsiniz. Tel: 0212/519 36 18. Bu adresi kitap satmak için vermiyorum. Kitabı zaten 1,5 liraya veriyoruz. Ticaretinden ne olur…) 20 Ekim 2005