Pazar

Eğer Türkiye için çok önemli, çok hayatî, çok zarurî bir konunun müzakeresi, tartışılması gerekiyorsa, bu müzakere ve tartışma elbette yapılmalıdır. Ancaaak! Böyle bir konuyu, adı çeşitli yolsuzluk dedikodularına karışmış, itibarı son derece kırılmış, tepesinde Demokles’in kılıcı gibi bir sürü dosya sallanan, “Yüce Divan’a verilme tehlikesi ile karşı karşıya bulunan bir kişinin” bayraklaştırması son derece yanlıştır.

1920’lerin başında Türkiye’nin önünde iki şık vardı: Sevr ve Lozan. Sevr bir felaketti, ondan kurtulduk. Lozan andlaşması ile bugünkü hudutlarımızı garanti altına aldık. Aldık ama, Lozan yine de bir zafer değildir. Andlaşma metninde yazılmamıştır ama açıklanmayan gizli bir protokol ile Türkiye Lozan’da kimliğine, gerçek bağımsızlığına aykırı birtakım taahhütlerde bulunmuştur. Sonunda işte bu Lozan bizi döndürmüş, dolaştırmış, bugünkü yeni Sevr’e getirmiştir.

Şu anda Türkiye’nin toprak bütünlüğü tehlikededir. Türkiye iktisadî, malî bağımsızlığını yitirmiş, eski Düyûn-ı Umumiye’den beter bir IMF’nin vesayeti ve kontrolu altına girmiştir. Türkiye’nin parası bitirilmiştir. Millî para bağımsızlığın en büyük sembolüdür, bayrak kadar önemlidir.

Türkiye sadece iktisadî ve malî bir kriz içine düşmekle kalmamış, genel ve korkunç bir buhrana yuvarlanmıştır. Kültür, eğitim, üniversiteler, mimarlık, şehircilik, sanat, hukuk… velhasıl her temel konu ve kurumda derin ve vahim bir kriz mevcuttur.

Türkiye’yi bu hale mevcut sistem, düzen, statüko getirmiştir. İyiye, doğruya, güzele, isabetliye yönelik birtakım köklü değişimlere gidilmesi elbette gereklidir. Ancak, böyle bir işin bayraktarlığı Yüce Divan’dan kaçan, şaibeli, şüpheli, kirli politikacılara bırakılmamalıdır. Kendisinin ve yakınlarının mal beyanları belli, geçmişleri temiz, vatanseverlikleri herkes tarafından kabul edilen kişiler değişim bayrağını ellerine almalıdır.

Türkiye’deki sistemi ve düzeni tanıyanların iyi bildiği bir gerçek vardır: Devletin bir konvansiyonel anayasası, bir de o anayasadan daha geçerli bir Kırmızı Talimatnâme bulunmaktadır. Asıl anayasa o talimatnamedir. Böyle bir ikiliğin ülke ve devlete yararlı olup olmadığı tartışılmalıdır.

Ülkenin bütünlüğü elbette tartışmasız olarak kabul edilmelidir. Edilmelidir ama bu bütünlük bahane edilerek temel haklar ve hürriyetler kısıtlanmamalı, ihlal edilmemelidir. Statüko sistemi, din ile siyasî rejim veya resmî ideoloji arasındaki zıtlık esası üzerine kurulmuştur. Dünyanın globalleştiği, bütün dünyada alabildiğine geniş bir din ve inanç hürriyetinin yürürlükte bulunduğu böyle bir devirde Türkiye gibi koskoca bir ülkede hâlâ din-devlet kavgası olması ayıptır, gülünçtür, saçmalıktır.

Türkiye’yi selamete çıkarmak isteyenler din-devlet kavgasına son vermekle işe başlamalıdır.

Aklı başında olan her kültürlü insan kabul eder ki, bizde gerçek laiklik yoktur. Devletin resmî Diyanet İşleri Başkanlığı olacak, kabinede din işlerinden sorumlu bir devlet bakanı olacak, devletin yüzlerce İmam-Hatip mektebi, on yedi İlahiyat Fakültesi olacak, yüz bin imam, müezzin, müftü, vaiz, devlet memuru statüsünde hizmet görecek ve sonra da o sistem laik olacak. Böyle bir laikliğin ciddiyetine deliler ve geri zekalılar bile inanmaz. Bu saçmalıklara, bu acayipliklere artık bir son verilmelidir.

İslâm dini bu ülke, bu halk, bu devlet için asla bir tehdit ve tehlike teşkil etmez. Devlet ve rejim İslâm’la, dindar halkla barışmadıkça, uzlaşmadıkça Türkiye’de istikrar, salah ve felah olmayacaktır.

Biz yine konumuza gelelim:

Evet, yapılması gereken bütün büyük değişiklikler açıkça, korkusuzca, güven içinde müzakere edilmeli ve tartışılmalıdır. Lakin bu konuların şahsî ihtiraslara ve endişelere alet edilmesine de fırsat verilmemelidir. Kokuşmaya bulaşmış, milyarlarca dolarlık kara para sahibi olmuş adamlar demokrasi, hukuk, değişim, insan hakları konusunda bayraktarlık yapamaz. Çeşitli pisliklere bulaşmış adamlar, temizlik hareketinin öncülüğüne soyunmamalıdır.

Türkiye’nin şu anda en âcil ve kritik meselesi kokuşmadır, korkunç genel soygun ve talandır. Birtakım politikacıların, büyük medyacıların, büyük bürokratların, büyük iş adamlarının adlî takibattan, hapse atılmaktan, yargılanmaktan kurtulmak için demokrasi havariliğine soyunmaları demokrasi için çok büyük bir talihsizliktir.

Ben şahsen, yolsuzluğa karışmış, hortumlama yapmış İslâmcı kişi ve zümrelerin de üzerlerine gidilmesini ve suçları varsa cezalandırılmalarını istiyorum. Suç işleyen, hortumlama yapan, yüzde on komisyon alan Milliyetçi ve Türkçüler varsa, onlar da ceza görmelidir.

Hükmî şahsiyet olarak ordumuzu tenzih ederim. Lakin o camia içinde yanlış iş yapanlar olmuşsa onlar da ağır şekilde ceza görmelidir.

Türkiye’yi IMF, ABD, AB falan batırmadı. Bizi içimizdeki, bozuk, çürük, hırsız, moloz, talancı, yamuk adamlar ve kadrolar bu hale getirmiştir. Birtakım büyük işadamlarının cart curt etmelerine bakılmasın. Onlar gerçek vatansever olsalardı bu memleketin Güney Kore’de olduğu gibi yüzde yüz millî ve yerli güçlü bir otomotiv sanayii olurdu.

Hırsızları milletvekili ve bakan yaptıran, onlara canlarım ciğerlerim diyen kimseden de hesap sorulmalıdır. Bu memleketi bu hale getirecekler, batırıp bitirecekler ve sonra dokunulmazlık zırhlarına bürünüp yan gelip yatacaklar, keyf sürecekler. Olmaz böyle şey!

Adalete ve hukuka aykırı olmamak şartıyla bütün yolsuzlukların, bütün hırsızların, bütün hortumcuların üzerlerine gidilmelidir. Türkiye ancak böyle temizlenir, böyle selamete kavuşur.

Akla, ilme, irfana, kültüre, sağduyuya, bilgeliğe dayanmak şartıyla resmî ideoloji konusu da tartışmaya ve müzakereye açılmalıdır. Resmî ideoloji ile devleti, ülkeyi, milleti, cumhuriyeti, millî kimliği özdeşleştirmek vahim ve öldürücü bir hatâdır. Dünyanın hangi büyük, medenî, ileri devletinde, bizde olduğu gibi bir resmî ideoloji vardır?

Türkiye’deki Sabataycı tekel ve hegemonya da mutlaka kaldırılmalıdır. 13 Ağustos 2001