Salı

 

Kurban kesim yerinde hayli kalabalık vardı. Kesim için halk kuyrukta bekliyordu. Başını dinî bir duyguyla o gün için örtmüş olan genç bir hanım kurbanı kesilirken çok duygulandı, gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Biraz ötede yetmişbeş yaşlarında saçları boyalı şık bir hanım telaş ve heyecan içinde bekliyordu. Kesilmesine bir iki dakika kalan kurbanlık koçumu okşadım, kenardan bir tutam ot kopartıp yedirmek istedim. Gözleri bağlıydı, kokladı yemedi. Yanımdaki tanımadığım bir zat, “Kurbanlıklar kesileceklerini bildikleri için yemezler” dedi. Beş altı kişi çabuk çabuk kesiyor, yine de yetiştiremiyorlardı. Her kesimden önce niyet ediliyor ve yüksek sesle üç kere teşrik tekbiri getiriliyordu.

Resmî memurlar geliyor, “Burada kurban kesmek için ruhsatınız var mı? Kurbanların derilerini almak için izniniz var mı?” diye soruyorlardı. Kesim yerinin sorumluları onları yumuşatmak, ikna etmek için dil döküyorlardı. Zavallı Müslümanlar ne hallere düşmüşler ki, kestikleri kurbanların derilerine bile sahip olamıyorlar. Bazı hayvanperverler kurban kesime muhalefet ediyor. Peki kasaptan et almıyorlar mı?

Bayramın birinci günü sabahleyin Merkezefendi kabristanında annemin, Kozlu kabristanında babamın mezarlarını ziyaret ederek birer Yâsin okudum. Mevlevî şeyhlerinin, dervişlerinin, muhiblerinin gömülü olduğu Hâmuşan mezarlığının önünden geçerken kırık taşlara, yıkık mezarlara baktım, ecdad kabirlerini bu hale getirenlere beddua ettim. Yol üstünde Yenikapı Mevlevihanesi son yangından sonra harap vaziyette duruyordu. Burası Vakıfların kıymetli eşya deposu idi. Hırsızlar, talancılar, namussuzlar, şerefsizler, cehennem odunları, alçaklar, âdi ve bayağı kişiler içerideki kıymetli eşyayı çaldı, sattı ve sonra mevlevihaneyi yaktı. Allah da onları yaksın!

Bayramın birinci günü İstanbul’da hava mağmum, bulutlu, hafif yağmurlu idi. Gök şu memleketin, şu milletin, şu devletin haline acır ve ağlar gibiydi.

Şımarık Kızlar

İstanbul’da meşhur bir kolejin (ismini vermeyeceğim) kızlı erkekli otuz kadar öğrencisi. Grup halinde Topkapı Sarayı’ndaki Mukaddes Emanetler bölümünü geziyorlar. Bir yılışıklık, bir ciddiyetsizlik, bir şımarıklık ki sormayın. Kızlar kıkır kıkır gülüyorlar. En basit, en mânasız bir söze gülüyorlar. Bunlar hasta mıdır? Erkek öğrenciler de son derece ciddiyetsiz ve düşük tavırlar sergiliyor. Mukaddes Emanetler dairesi hi hi hiden, kıkırtıdan, fingirdeşmeden çınlıyor. Vitrinlerdeki kutsal eşyaya bakıp bakıp hafif meşreb kızlar hi hi hi diye gülüyorlar. Madam Manokyan’ın hânelerindeki kadınlar bile bu kadar mübtezel, bu kadar seviyesiz, bu kadar rezilce hareket edemez. Bunları ben görmedim. Görseydim hasta olurdum. Yıllar önce bir dostum anlattı bu manzarayı bana. Bu güne kısmetmiş, şimdi şu satırları yazıp intikam alabiliyorum. Ahsenü’l-intikam…

İnsan olan, zerre kadar medenî olan bir vatandaş ibâdet yerlerinde, kutsal emanetlerin sergilendiği mahallerde böyle rezillik, şımarıklık, edepsizlik yapmaz. Bir Müslüman bir kiliseye giderse sükûnet ve ciddiyet içinde bulunur, bir Hıristiyan bir camiye gelirse, bir kenarda sessiz ve hürmetkâr bir vaziyette durur. Bir insanlık, bir görgü, bir efendilik vazifesidir bu. Bu şımarık, bu yılışık, bu kendini bilmez, bu mübtezel, bu sefil, bu sefih, bu görgüsüz, bu terbiyesiz gençleri böyle yetiştirenler bu memlekete, bu millete, bu devlete en büyük kötülüğü ediyorlar.

Boş Lüks Yayınlar

Birtakım lüks yayınlar yapılıyor. En birinci lüks kuşe kağıdına, en pahalı matbaalarda dört renkli basılmış yayınlar. Bol sayfalı, büyük ebatlı (boyutlu), muazzam masraflar gerektiren yayınlar. Fakat muhtevalarına bakıyorsunuz şişirme, derleme toplama şeyler. Mizanpajları veya dizaynları da güzel ve sanatkârane değil. Hazırlayanlara bakıyorsunuz, onlar da hep gedikli kişiler. İlk bakışta cazip görünen bu yayınlar saman alevi gibi oluyor. Kütüphanelerde muhafaza edilmeye değmez, pek kalitesiz, yalap şalap çıkartılmış yayınlardır bunlar.

Bunlar niçin çıkartılıyor? Hizmet için mi? Güldürmeyin beni. Bunlar birtakım kişilere para kazandırmak için çıkartılan yayınlardır. Bilemediniz on kişilik bir grup bu yolla büyük paralar kazanmaktadır. Peki bu yayınların yerine çok ciddî, şekil ve muhteva itibarıyla çok yüksek, dostlar kadar düşmanların da hayranlık duyarak beğeneceği, sahip olanların üzerlerine titreyerek muhafaza edecekleri, eski sayılarının ve nüshalarının kimya gibi aranacağı, aradan birkaç yıl geçtikten sonra antikacılara, müzayedelere gireceği gerçekten ciddî, gerçekten üstün, gerçekten sanatkârâne yayınlar yapılsa olmaz mı?

Olmasına olur ama böyle kaliteli yayınları bizim yiyiciler ve hortumlayıcılar yapamaz. Onlar için tek gaye para tırtıklamak, daha fazla, en fazla para kazanmaktır. Gerisi lâf u güzaftır. Böylece on kişilik bir çetenin doymak bilmez ihtirası yüzünden nice imkânlar boşa gitmektedir. Bu tenkidi kemik yalamadığım, pastadan hisse alamadığım için kaleme aldığımı kimse sanmasın. Benim böyle şeylerde gözüm olmadığını dostlarım değil, düşmanlarım bile kabul eder. Ben memleket, millet, ilim, irfan, kültür, sanat adına hayıflandığım için bu satırları çiziktirdim. Ömrüm oldukça da yiyicilere, hortumlayıcılara, götürücülere, deve edicilere, talancılara, mıncıklayıcılara, kemik yalayıcılara lânet edeceğim. 31 Mart 1999