Bazı Densiz Gazeteciler
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 08 Şubat 2019
Pazar
Bülent Arınç, seçimleri kazanmış, tek başına iktidar olmuş bir partiye mensup bir milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclis’i başkanlığına seçilmiştir. Kendilerini Meclis’ten, millî iradeden, ülkenin hukukundan üstün gören birtakım büyük medya mensupları Arınç’a aba altından sopa göstermekte, haddini bil, çizmeden yukarıya çıkma gibi laflar etmektedir. Zaman ve zemini müsait buldukları zaman, Meclis başkanına karşı medyatik bir linç girişiminde bulunmaktan geri kalmayacakları hususunda şüphe edilmesin.
Büyük medyanın, bırakınız Meclis başkanının; herhangi sıradan bir vatandaşın bile konuşma, düşünce, görüş beyan etme haklarını sınırlandırmaya, ona gözdağı vermeye hakkı yoktur.
Meclis başkanı, bulunduğu makama milyonlarca vatandaşın oyu ile gelmiştir. Onu tehdit eden, azarlamaya kalkışan yazarların hangi meşru temeli bulunmaktadır?
Yakın tarihimizde birtakım medyatik linç hadiselerini sık sık gördük. Evvelki seçimlerde Merve Kavakçı hanım milletvekili seçildiği halde Meclis’e giremedi, mazbatasını alamadı, bin türlü hakarete mâruz kaldı, en sonunda vatandaşlıktan da atıldı. Merve Kavakçı hadisesinde, demokratik geçinen nice politikacının takkesi düştü, keli göründü. Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit, Kavakçı’nın Meclis salonuna başörtüsüyle girmek istediği zaman kendilerini kaybetmişler ve medenî insanlara yakışmayan laflar sarfedip, militanca davranışlar sergilemişlerdi.
Merve Kavakçı’nın kılık kıyafetinde medeniyete, çağdaşlığa aykırı hiçbir nizamsızlık yoktu. Kıyafeti batı modasına uygundu ve hayli şıktı. Başındaki eşarp da bütün Batı dünyası kadınlarının kullanageldiği bir başörtüydü. İngiltere kraliçesi bile soğuk havalarda atyarışlarını veya tenis müsabakalarını seyrederken, Kavakçı’nınkine benzeyen bir eşarp örtüyordu başına. Merve Kavakçı, Amerika’da tahsil görmüş aydın bir Türk kadınıydı. Lakin başta büyük medya olmak üzere amansız ve merhametsiz bir linç teşebbüsü ile vazifesini yapamadı.
Bir ülkede sadece liberal bir basın kanunu olmakla orada hür ve bağımsız bir basın vücut bulamaz. Bir ülkede büyük gazete ve televizyonlar büyük holdinglerin, büyük para-babalarının, büyük spekülatörlerin elinde ve kontrolunda bulunuyorsa o ülkede ne demokrasi yaşar, ne hukukun üstünlüğü prensibine riayet edilir.
Birtakım büyük medya babaları son onbeş yıl içinde milyarlarca dolarlık kazançlar ve servetler edinmiştir. Gazeteler ve televizyonlar, medya rantının âletleri ve vasıtaları haline gelmiştir. Bu, kesinlikle sağlıklı ve hayırlı bir durum değildir.
Kazanılan milyarlarca dolar rant, repo, faiz, spekülasyon ile elde edilmiştir.
Ülkemizde demokrasinin köklenmesini, hukukun üstünlüğü prensibinin hâkim olmasını, evrensel insan haklarına ve hürriyetlerine saygı duyulmasını ve riayet edilmesini istiyorsak medya konusundaki tekellerin, kartellerin yıkılması için propaganda yapmak ve çalışmak zorundayız.
Medya dördüncü kuvvet olmaktan öteye geçememelidir. Medyanın birinci kuvvet haline geldiği bir ülke, zâhiren demokrasi ile idare edilir gibi görünse de aslında gizli bir diktatörlükten başka bir sisteme sahip olamaz.
Birtakım köşeyazarları, terbiyeye ve edebe yakışmayan bir üslup ve ifade ile Millet Meclis’i Başkanı’nı azarlarcasına fıkralar kaleme alabiliyorlarsa, o ülkede haddini bilmezlik Meclis Başkanı’na ait değil o yazarlara aittir.
Demokrasilerde cumhurbaşkanı da tenkit edilebilir, Meclis başkanı da, başbakan da… Ancak her şeyin kuralı, edebi, erkânı, usûlü vardır.
Efendi!.. Sen hasbelkader büyük bir gazetede köşeyazarı olmuşsun. Köşeyazarlığı ilim, irfan, edeb, terbiye, nezaket ister. Sen kendini savcı, hakim, cellat mı sanıyorsun ki, sorumsuzca sağa sola saldırıyorsun.
Bir gazeteci hem savcılık, hem hakimlik, hem cellatlık yapamaz. Büyük, tecrübeli, birikimli, üstad bir gazeteci bir nevi savcı yardımcısı gibi davranabilir ama asla hakimliğe ve cellatlığa soyunamaz.
Merhum Mehmet Akif, Sebilürreşad dergisi sahibi Eşref Edib beye şöyle söylermiş: “Sakın yazılarında kimseyi tahkir etme, kimseye söğme… Öyle yaz ki, okuyucu söğsün…”
Şu anda Türkiye’nin temel mesele ve dertlerinden biri de medya problemidir. Bugünkü basın hürriyeti yetmiş milyon halkın yararlandığı aktif bir hürriyet değildir. Halk, birkaç medya babasının, birkaç gazete ve televizyon baronunun basın hürriyetine mâruz kalmaktadır.
Nice vatansever, bilgili, kültürlü, uzak görüşlü, geniş ufuklu, tecrübeli fikir adamı ve yazar var ki, onlar hiçbir gazetede yazamıyor, fikir ve görüşlerini duyuramıyor. Böyle bir basın hürriyetini ben ne yapayım?
Gazete çıkarmak serbesttir, onlar da kendi gazetelerini çıkartsınlar… Bu gibi laflara kahkahayla gülmek gerekir. Yetmiş milyonluk büyük bir ülkede, büyük, tesirli, nüfuzlu, yüksek tirajlı bir gazete çıkartmak için yüz milyonlarca dolarlık sermaye gerekmektedir. Namuslu, vatansever, ülkeye ve halka yararı dokunacak aydınların sermayesi mi vardır?
Bu iş şöyle halledilir: Medyadaki tekel kırılır, büyük basın bir kastın tekelinden alınır; gazetelerin ideolojisi olmaz. Sağcı da yazar, solcu da yazar; aynı gazetede bazen birbirine zıt fikirler yayınlanır, böylece müsademe-i efkârdan barika-i hakikat (Düşüncelerin çarpışmasından gerçek şimşekleri) doğar.
Maalesef bizde, islâmî kesimde bile ayırımcılık yapılıyor. Çok değerli nice Müslüman fikir adamı, islâmî basında yazı yazamıyor, fikir beyan edemiyor. Laiklik baronları olduğu gibi din baronları, cemaat baronları da gazetelerinin, televizyonlarının kapılarını herkese açmıyorlar.
Bol sayfalı büyük gazetelere karşı, az sayfalı, fakat çok kaliteli yayın yapan günlük gazeteler çıkartılmalıdır. 1950 ile 1960 arasında, bakanlar kurulu kararıyla gazeteler sadece altı sayfa çıkıyordu. Bugün de pekala böyle az sayfalı, fakat çok güçlü ve vasıflı yayın organları çıkartılabilir.
İktidara haber veriyor ve sorumluları uyarıyorum: Medya meselesini bir an evvel halletmezseniz, zamanı gelince o ilk fırsatta sizin kârınızı itmam edecektir. 06 Ocak 2003