Salı

 

Halk hastalıktan kırılıyordu. Verem, sıtma, frengi yaygın haldeydi. Batı Karadeniz bölgesinde bütün sakinleri frengili köyler vardı.

Sefalet ve fakirlik korkunç boyutlardaydı. Doğu Karadeniz bölgesinde bazı yıllar korkunç kıtlıklar olur, açlıktan yığın yığın insan ölürdü.

Tek parti diktatörlüğü vardı.Basın gemliydi, radyo devletin elindeydi. Fikir, tenkit hürriyeti yoktu.

Büyük çoğunluğu teşkil eden kırsal kesim halkının çoğunun ayakkabısı yoktu. Ham hayvan derisinden yapılmış çarıkla geziyorlardı. Çarık bulamayanlar yalın ayak dolaşıyordu.

Köylülerin üstleri başları o kadar sefildi ki, manzarayı bozmasınlar diye başkentin Yenikent kısmına pejmürde kıyafetli köylülerin girmesi yasaklanmıştı.

İşçilerin hiçbir sosyal hakkı yoktu. Sosyal sigorta yoktu.

Zonguldak kömür madeni ocaklarında, civardaki köylü halk mecburî şekilde çalıştırılıyor, çalışmaktan kaçanlara ağır cezalar veriliyordu.

Din, inanç, ibadet, din eğitimi hürriyeti yoktu. Ülke sathında binlerce cami yıkılmış, kapatılmış, satılmış, kiraya verilmişti.

Din görevlileri mânen ve maddeten süründürülüyordu.

Tek parti devletle ve cumhuriyetle özdeş hale getirilmişti. Muhaliflere en ağır cezalar veriliyordu. Nice muhalif canlarını kurtarmak için Bulgaristan krallığına, Yunanistan krallığına, Mısır’a, başka ülkelere kaçmıştı.

Varlık vergisi adıyla karakuşî bir vergi toplanmış, nice zengin perişan hale düşürülmüştü. Ermeni zenginlerinden bir zatın, bu vergiyi ödedikten sonra, kendi kurmuş olduğu bir hayır vakfının imaretinden (mutfağından) çorba içmeye mecbur kaldığı anlatılır.

1944’te Türkçü ve milliyetçi oldukları için nice münevver ve vatansever zat tutuklanmış, İstanbul’da Sansaryan hanındaki tabutluk denilen hücrelere kapatılmış, binbir işkence ve eziyete mâruz bırakılmıştı.

Doğu ve güneydoğu ahalisinden nice şeyh, alim, eşraf sürülmüş, perişan edilmişti.

Ülke sathındaki binlerce tarihî İslâm mezarlığı kaldırılmış, arazisi park, bahçe yapılmış, yahut yapılaşmaya açılmıştı.

Yüksek tahsil öğrencileri kalacak yurt bulamaz, harap evlerde, yıkık medreselerde barınmaya çalışırken, diktatör Millî Şef’in, Teknik Üniversitede okuyan oğlu Dolmabahçe Sarayı’nda kalıyor, kışın ısınması için devlet bütçesinden ödenek ayrılıyordu.

Demokrasinin D’si bile yoktu. Tek parti vardı, iki dereceli seçim yapılıyordu. Birinci seçmenler ikinci seçmenleri seçiyor, onlar da Parti Genel Merkezi’nde hazırlanmış olan oy pusulalarını sandığa atıyordu. Oylar açık olarak atılıyor, oyların sayımı gizli yapılıyor, neticede yüzde % 99,9 parti kazanıyordu.

Ülkenin kırk bin köyünün birinde bile elektrik yoktu.

Köylerin büyük kısmının yolu, suyu, okulu yoktu.

Camiden çıkarken, namaz takkesini başında unutan nice vatandaş o devirde tutuklanmış ve zindana atılmıştır .

Ülkedeki camilerin onda sekizi kapatılmıştı.Mesela 1943 yılında İstanbul’un meşhur Sultan Ahmet Camii ibadete kapatılmış, asker sevk deposu yapılmıştı.

Büyük bir şehrin Pembe belediye başkanı ve valisi, tarihî mezar taşlarını lağım kapağı olarak kullandırmıştı.

Partinin yayın organı olan günlük gazetenin bir nüshasında, babası vaktiyle imam olan başyazar “Biz tarihte ilk defa mabetsiz bir şehir inşa etmekle övünüyoruz” diye yazmıştı.

İşçilerin hakkını koruyan sendikalar yoktu…

Nice iri türedi, hiçbir ticaret işi yapmadan ülkenin değil, dünyanın en zengin adamları listesine girecek kadar servet sahibi olmuştu.

Geçmişe, millî tarihe, büyük atalarımıza en âdi ve seviyesiz şekilde söğülüyordu.

Bilhassa ikinci cihan savaşı yıllarında ülke bit istilasına uğramıştı. Okullara, halkın toplu olarak bulunduğu yerlere, üzerlerinde dev bit resimleri bulunan afişler asılmış ve onunla nasıl savaşılacağı yazılmıştı.

Millî mücadele kahramanlarından Kazım Karabekir Paşa, Erenköyü’ndeki köşkünde ev hapsindeydi.

Bediüzzaman Said Nursi Van’dan, Isparta’nın Barla nahiyesine sürülmüştü.

Nakşî şeyhlerinden Abdülhakim Arvasî, Ankara’nın Bağlum köyüne sürgün gönderilmiş, orada vefat etmiştir.

Meşhur Nakşi Şeyhi Erbilli Esad Efendi doksan yaşında iken tutuklanmış, Menemen’e götürülmüş ve orada şehid edilmiştir.

Meşhur tarihçi Ahmet Refik Bey, Büyükada’da bir kulüpte masaya çıkartılmış, “Ben bir eşeğim…” diye bağırtılmıştır. Kendisi bu vak’adan sonra fazla yaşamamış, kahrından vefat etmiştir.

Bir gece Ayaspaşa’daki Park Otel’de çalan orkestra birden susmuştur. Ermeni olan şef çağrılmış, “Çalgı niçin sustu?” diye sorulmuş, şef “Otelin altındaki camide yatsı ezanı okunuyor, biz her gece ezan okunurken susarız…” deyince “Olmaz böyle şey…” denilmiş, vali ve belediye başkanına telefon edilmiş ve belediye amelesi tarafından caminin minaresi sabaha kadar yıkılıp yok edilmiştir. (1950’den sonra bu minarenin tekrar yapıldığını hatırlıyorum. Hattâ Cumhuriyet gazetesinde zahiren Türk ve Müslüman görünen bir Karay Yahudisi o zaman bu münasebetle alaylı bir makale kaleme almıştı.).

Bu devirde Millî Şef’in kardeşi Kambur milyarder olmuştur.

Şimdi birtakım Marksistlerin hasretini çektikleri bu devirde, komünist liderMustafa Subhi ve arkadaşları Karadeniz’in derin sularına atılarak boğulmuş, şair Nazım Hikmet hapse atılmış, onbeş sene zindanda kalmıştır.

Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde dinleyici locasından Ezan-ı Muhammedî okudukları için Ticanî tarikatine mensup birkaç Müslüman vatandaş tutuklanmış, Emniyet’te feci şekilde dövülmüş ve ağır cezaya çarptırılmıştı.

İstanbul’da yayınlanan Tasvir gazetesi, Millî Şef’in eşinin Beyaz Tren ile Ankara’dan İstanbul’a gelişini birinci sayfada değil de üçüncü sayfada verdiği için sıkıyönetim tarafından kapatılmıştır. 13 Ekim 2004