Pazar

 

Sokakta, camide, çarşıda pazarda, toplantılarda karşılaştığım Müslümanlar endişe ve üzüntü içinde soruyorlar: “Bu baskıların, bu zulümlerin, bu eziyetlerin sonu gelmeyecek mi? Ne zaman kurtulacağız?”

Belâların, zulümlerin, eziyetlerin gelmesinin başlıca iki sebebi vardır. Birincisi: Hadîs-i şerifte “Belânın en şiddetlisi peygamberlere gelir, sonra derece derece iyi insanlara” buyuruluyor. Bu belâ bir imtihandır, sabredenlere (ki onlar sabrederler) mükafat ve ecir verilmesi içindir. Hem de, diğer Müslümanlara örnek olması maksadıyladır. İkincisi: Belâ ve musibetler dünyevî ceza ve tokat olarak gelir. Muhammed ümmeti emr-i mârufu ve nehy-i münkeri terkederse musibete uğrar. Şeriat’a, Sünnet’e, ahlâka aykırı olarak lükse, konfora, israfa, aşırı tüketime, kibre, gurura, gösterişe düşerse yine belâ gelir. Müslümanlar birliği bozarlar, bin türlü fırkaya, hizbe, cemaate, tarikata, gruba ayrılıp da birbirleriyle çekişmeye başlarlarsa yine belâ gelir. Birtakım zekâ özürlüler “Benim şeyhim çok büyük, öteki şeyhler çok küçük… Benim cemaatim çok iyi, doğru, haklı; öteki cemaatler nafile…” gibi hezeyanlar sarfetmeye başlayınca yine belâ gelir.

Belâlar, sıkıntılar, musibetler, baskılar, eziyetler, zulümler Müslümanların uyanması, toparlanması, kendilerine gelmesi, ayılmaları, İslâm’a ve birliğe sarılması için bir fırsattır. Lâkin yine de uyanmazlar, kendilerini islah etmezlerse, beterini beklesinler.

Herkesin ağzında aynı sakız. Dinsizler çok zalimmiş, İslâm karşıtlarında hiç insan ve merhamet yokmuş, bunların yaptığını gâvur yapmazmış… Bu gibi lâflar, şikayetler, tazallüm (zulme uğramışlık) edebiyatı Müslümanların afyonudur. Masonlar çok kötü, ateistler pek zalim diyerek neyi halledebiliriz?

Zâlim birini görmek isteyen hemen koşsun ve aynaya baksın. Allah’ın bunca uyarılarına, Peygamberin bunca öğütlerine, on dört asırdır gelip geçmiş İslâm büyüklerinin bunca nasihatlerine rağmen İslâm’ın, Şeriat’ın, fıkhın, ahlâk-ı islâmiyenin, hikmetin hükümlerini biz çiğnemedik mi, hâlâ da çiğnemiyor muyuz?

Allah, Peygamber, din ululuları bize, emanetlerin mutlaka ehil kimselere verilmesi gerektiğini, ehil olmayanlara verildiği takdirde o emanete hıyanet edilmiş olunacağını bildirmediler mi? Bizim elimize fırsat geçince, emanetleri ehil olanlara değil kendi adamlarımıza, bendelerimize, müridlerimize veriyoruz. Ehil olmadıkları halde. Efendi hazretleri hizmet edeceğim diye Müslümanlardan milyonlarca dolar yardım parası topluyor, bunlarla bir müessese kuruyor ve aaa, bir de bakıyorsunuz ki, o müessesenin başına ehliyetli, liyakatli, ihtisaslı (uzman), tecrübeli, işbilir, işbitirir, işbaşarır, güvenilir bir kimseyi getireceğine, hiç bir işe yaramayan kendi sadık adamını getirmiş. Bu hıyanet değil de nedir?

Hadîs-i şerifte “Mü’min, bir delikten çıkan tarafından iki defa sokulmaz” buyurulmuştur. Diğer bir hadîste, “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır” deniliyor. Üçüncü bir hadîste, “Müslüman o kimsedir ki, insanlar onun elinden ve dilinden selâmette olur” hükmü konuluyor. Kendimizi, amellerimizi, ahlâkımızı bu ve diğer hadîslerin endazesine vurursak, bizim ne biçim Müslümanlar olduğumuz meydana çıkacaktır.

Sahtekârın biri şeyhliğini ilân etti, yapmadığı rezaleti bırakmadı. Bizden bakanlar, reisler bile adamın kapısına varıp elini öptüler. Hadîste “Mü’minin firasetinden (keskin zekâsından) çekininiz, çünkü o Allah’ın nuruyla görür” buyurulmaktadır. Sahte şeyhlerin, yalancı mücahidlerin, uyduruk kurtarıcıların, dini imanı para olan sözde büyüklerin peşlerinden gidenlerin akıbetleri elbette hayır olmaz.

“Ben hem dinime, dâvâma hizmet ederim, hem de kesemi ve kasamı doldururum” zihniyetiyle hareket etmişti bazı adamlar. Böyle bir zihniyet İslâm ahlâkına tamamen zıttır. Zengin olmak isteyen helâl ticaret yapsın. Din ticareti haramdır.

Otuz senedir yalanlarla oyalandık. Hep kendimizi ve Ümmet-i Muhammed’i aldattık. On yıllar boyunca iki slogandan başka sermayemiz olmadı. “Ayasofya açılsın… Başörtüsü serbest bırakılsın…” Bir sürü boş edebiyat yaptık, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olduk; yağmurdan kaçarken doluya tutulduk.

Esnaf, işçi, köylü, balıkçı, kayıkçı, seyyar köfteci velhasıl ne kadar ilmi, kültürü, uzmanlığı, tecrübesi, ehleyite yok kişi varsa devlet idaresiyle ve din ile ilgili konulara burunlarını soktular. Her kafadan bir ses çıktı. Hizip, cemaat, grup taassubu son haddine vardı. Ortalık toz duman içinde kaldı. Aptal kütleler birbirleriyle çekişip tepişirken birtakım tilki ve sırtlan tabiatlı din baronları trilyonlarca lira, milyonlarca dolar devşirdiler. Binlerce sahte mehdi, sahte gavs, sahte kutup, sahte mücahid, sahte kurtarıcı zuhur etti.

Halkın ve gençliğin bir kısmının itikadı bozuldu, baronların kılı bile kıpırdamadı. Vakit namazlarında camiler boşaldı, umurlarında olmadı. Biz sadece kendi özel hizmet ve faaliyetlerimize bakarız, onların dışında dünya yıkılsa bizi ilgilendirmez, bize dokunmayan yılan bin yaşasın dediler.

Müslümanların içindeki birtakım hâinler din düşmanlarıyla gizli uzlaşmalar yaptılar, anlaştılar. Din düşmanları onları kullandı, kullanıyor, onlar din düşmanlarını kullanabiliyor mu?

Birtakım sahtekârlar, peşlerinden giden akılsızlara, kendilerinin devamlı miracta olduğunu telkin ettiler. Allah Allah, onların Müslümanlığı nasıl bir Müslümanlıktır ki, Âdemoğlunun seyyidi olan Muhammed aleyhisselâm ömründe bir kere miraca çıkmıştır, bunlar ise gökten aşağı inmiyor.

Nice şeyh bozuntusu para saymaktan tesbih çekmeye vakit bulamadı. Para, para, para… Benlik, benlik benlik… Bu iki belâ Müslümanları bugünkü esarete, zillete, felâkete düşürdü. Dinsizler, münafıklar kendi vazifelerini yapıyor, peki Müslümanlar niçin Müslümanca hareket etmiyor?

Cami helâlarına, imamevlerine, hoparlörlere, ibadethanelere konulan ışıldak, fırıldak ve zırıldaklara, mabetlerin kapısına asılan “Müslüman kardeşim pabucunu öyle değil böyle tut” levhalarına önem verip de; ilmi, irfanı, kültürü, hikmeti, sanatı, keyfiyeti ihmal eden toplumların hali elbette iyi olmaz.

Bazı acı gerçekler var ki, onları yazmaya kalksam beni boğarlar. Birtakım denî, seviyesiz, rezil herifler ve gruplar İslâm dâvâsını sattılar. Bu sefiller hâlâ, bunca felâket ve zillet içinde bile din rantı yiyor düzenin kirli kemiklerini yalıyor.

Eski mübarek Müslümanlar, kellelerini koltuklarına alır, küffarla cihada çıkarlarmış. Canlarını kaybedenler şehid olurlar, gaziler de ganimetten hisse alırmış. Bu devirde birtakım uğursuz herifler ve güruhlar, ganimeti küffardan değil, Müslümanlardan topluyor. Allah belâlarını versin!

Bu kadar tenkitten sonra söyleyeceğim müsbet şeyler yok mu denirse, şu cevabı veririm. Benim tenkitleriminin hepsi de müsbettir, hayra ve islâha yöneliktir.

Tavsiyelerim:

1. İslâm’ı kendimize değil, kendimizi İslâm’a uydurmaya çalışalım.

2. İtikadımızı tashih edelim.

3. Başta beş vakit namaz olmak üzere ibadetleri dikkatle yerine getirilem.

4. Şer’î özrü olmayan erkekler vakit namazlarını camilerde cemaatle kılmaya çalışsınlar, günde en az bir kere camide isbat-ı vücut eylesinler.

5. Ümmet şuuruna sahip olalım, ümmetleşelim.

6. Fiilen, dil ve kalem ile, onları da yapamıyorsak kalben emr-i mâruf ve nehy-i münker yapalım. Bu farizayı hakkıyla eda edenleri destekleyelim.

7. Din baronlarına, din istismarcılarına kesinlikle para vermeyelim. Zekâtlarımızı fakirlere dağıtalım, bizzat malî ibadet yapalım.

8. Dini imanı para olanlardan olmayalım.

9. Nefsimizi kontrol altına alalım, benliğimize put gibi tapmayalım.

10. Futbol kulübü tutar gibi tarikat, cemaat, hizip, fırka asabiyetine kapılmayalım.

11. Vasıflı, güçlü, üstün Müslümanlar olmaya çalışalım, böyle Müslümanlar yetiştirelim. 07 Şubat 2000