Benzetilerek Batırılmak
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Şubat 2019
Pazartesi
İşin iç yüzünü bilmeyenler batılılaşmak diyor ama doğrusu “benzetilmek” tir. Hani Sabatay Sevi’nin şu “Benzeme, benzet” ilkesi gereğince benzetilmek…
Japonya, 19’uncu asrın ikinci yarısında, bizden çok sonra Batı’ya açılma kararı aldı ve kısa zamanda Avrupa’nın, Amerika’nın pozitif ilimlerini, tekniğini, üstün taraflarını aldı; üniversiteler, fabrikalar, ordular, donanmalar kurdu ve 1904’te Çarlık Rusyası ile savaşa tutuşup onu dize getirdi.
Biz zaten Batı ile devamlı temas halindeydik ama ondan neler aldık? Batı’nın ne kadar kötü, yararsız, zararlı tarafı varsa iktibas ettik. Dans, içki, fuhuş, eğlence, fısk, fücur.
“Birileri” bizi benzetmek istiyordu. Bunda da başarılı oldular.
Bizim batılılaşma ideolog ve stratejistlerimiz kimliğimizi, dinimizi, kişiliğimizi değiştirmek istediler. Japonlar ise kendi dinlerine, kimliklerine, kültür, gelenek ve medeniyetlerine sımsıkı bağlı kaldılar.
Orada erkeklerin ve kadınların millî kıyafeti olan kimononun Batı’nın ilmini, tekniğini, metodlarını almaya mâni bir tarafı mı vardı? Elbette ki yoktu, onlar bunu anladılar ve Don Kişot’un yel değirmenleriyle savaşması gibi kimono ile savaşmadılar. Biz ise tam tersini yaptık.
Japonların millî yazısı çok zordu. Latin alfabesine göre yüz misli, hattâ bin misli zordu. Onlar bunu kıskançlıkla muhafaza ettiler. Bu yazı onlara zorluk çıkarmak bir tarafa, güç kazandırdı. O yazıyı öğrenen bir Japon çocuğunun, önünde pes edeceği bir zorluk düşünülebilir mi? Zor yazılar, zor gramerler bir milleti tâlimli, azimli, gayretli, yılmaz yapar. Kolay alfabeler tembelleştirir, zekâ ve aklı dumura uğratır. Latin alfabesi İngiliz lisanına hiç uymayan bir alfabedir. Grameri de son derece karışık ve çetrefildir. İngiliz aydınları, seçkinleri, okumuşları azimlerini imla ve gramerlerinin zorluğuna borçludur.
Bir lisana, okuduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir yazı sistemi getiriniz, orada maarif ve kültür, ilerlemek bir yana, çöker.
Japonların dini bizim dinimize benzemez. Bizim dinimiz akla, bilgeliğe uygundur, onlarınki değil. Onlar bu dini muhafaza ettiler, bu din ile savaşmadılar ve akıllara durgunluk verecek şekilde ilerlediler, geliştiler, güçlendiler. Bizimkiler İslâm’la savaştılar ve sonunda Türkiye geri kaldı.
Japonya’yı Japonya yapan millî gelenekler, sanatlar vardır:
-Vazolara çiçek dizme sanatı, Japoncası ikebana. Bir vazo, birkaç çiçek alırım, bunları vazoya koyarım… Mesele bu kadar basit değildir. Orada bu sanat bir din, bir felsefe, bir hikmet halini almıştır. Bu sanatın büyük bir mâzisi vardır. Ekolleri, ustaları, metodları, eğitim sistemi vardır. Bunu hakkıyla öğrenmek için yıllarca ders almak gerekir.
– Japonların “Çay Seremonisi” (Cha-no-yu) de böyledir. Onlar çayı, ibadet edercesine, huşu ve huzur içinde hazırlar ve içerler.
-Japon bahçeleri de böyledir. Japonluğu, Japon ruhunu bu bahçelerde anlamak, sezmek mümkündür.
-Japonların okçuluk sanatı da, sadece bir spor değil, aynı zamanda bir felsefedir.
Japonlar, Batı’nın pozitif ilimlerini, tekniğini, güçlü taraflarını alırken kendi geleneklerini dışlamadılar, yukarıda saydığım ve saymadığım bütün millî âdeterini, kurumlarını, geleneklerini korudular.
Japonlar, Batı’nın ilmini ve tekniğini aldılar ama hâlâ Japon evlerinde oturuyorlar. Sıradan Japonlar 35 metrekarelik meskenlerde, varlıklılar ise 60-70 metrekarelik daire veya evlerde oturuyor genellikle. Dünya çapındaki o dev Toyota’nıın başındaki çekik gözlü zat, Tokyo’da 65 metrekarelik bir Japon evinde oturuyormuş…
Japonlar hâlâ yerde yatar, yer sofrasında yemek yer. Yerde yatmanın, yerde yemek yemenin medeniyetle, ilerleme ile, güçlenme ile bir ilgisi yoktur.
Amerikalılar, İkinci Dünya Savaşı sonunda Japonya’yı yenince, demokratlaştırma bahanesiyle onu dejenere etmek için her şeyi yaptılar ama yine de çökertemediler.
Osmanlı nizam ve medeniyetinin vârisi olan bizleri ise, içimizdeki çift kimlikliler, “Benzeme benzet” ilkesi mucibince bugünkü hale getirmişlerdir.
Tarih boyunca hiç bir toplum içki, fuhuş, dans, serserilik, şehvetperestlik, kumar, günah, isyan, ahlâksızlık, faziletsizlik, tembellik, parazitlik, kokuşma, faiz, rant ile yükselmemiştir. Bunlar yükselme değil, batma ve yok olma faktörleridir.
Türkiye’yi bugünkü perişan hale iki tâife getirmiştir:
-Benzetenler…
-Benzetilenler…
Peki Müslümanların bir kısmı da benzetilmiş midir? Böyle bir soru sormaya lüzum var mı? Maalesef Müslümanların büyük bir kısmı da güzelce benzetilmiştir. Bugün ülkemizde Sabataycılarla can ciğer olup iş birliği yapanlar benzetilmiş değildir de nedir?
Müslüman bir tâcir çek veriyor, karşılıksız çıkıyorsa, bono veriyor, zamanında ödemiyorsa, o bir benzetilmiş değil de nedir?
Yalan söyleyen, emanete hıyanet eden, söz verip de sözünü tutmayan Müslüman, benzetilmiş bir Müslümandır.
Müslüman geçinen herife “Bugün, hicrî tarihle hangi ayın hangi günündeyiz?” diye soruyorsunuz. Utanmazca, pişmiş kelle gibi sırıtarak “Bilmiyorum…”diyor. Bu da bir benzetilmiştir.
Kendini İslâmcı olarak takdim ediyor; yüzlerce futbolcu, şarkıcı, türkücü, politikacı, ehl-i dünya kişinin isimleri ezberinde ama ona “Allah’ın sıfatlarını sayar mısınız?” diye sorulduğunda öküz gibi bön bön bakıyor. Bu da benzetilmiştir.
Müslümanım diyor ama dini imanı paradır; bu da benzetilmiştir.
Lüks bir meskenin, lüks mobilyaların, lüks bir otomobilin, lüks giysilerin, lüks yemeklerin, israfın, aşırı tüketimin kendisine değer ve üstünlük kazandıracağını sanan beyinsiz de bir benzetilmiştir.
Kendisini dini bütün Müslüman olarak gösteriyor ama namaza, cemaate önem ve değer vermiyor; birkaç günde bir olsun camiye gidip de cemaat içinde yerini almıyor. Bu da bir benzetilmiştir.
“Bu düzen bozuktur, böyle düzenlerde haram yemek caizdir” şeklinde Şeytan’dan fetva alıp her haltı yiyen namussuz ve şerefsiz de benzetilmiştir.
Bu benzetilmişlikle bu ülke, bu halk kurtulur mu dersiniz? Allah’tan ümit kesilmez ama çok zor, çok zor, çok zor kurtulur… 10 Haziran 2003