Pazar

 

Türkiye’mizde etnik köken, altkimlikler bakımından büyük çeşitlilik ve zenginlik vardır. Ancak, bu çeşitlilik içinde yine de bazı temel ve genel özelliklerimiz bulunmaktadır. Bunları kısaca sıralamak istiyorum:

1. Tepkisiz toplum. Demokrasinin, hukukun üstünlüğü prensibinin hâkim olduğu toplumlar tepkili toplumlardır. Onlar takdirlerini, tenkitlerini, alkışlarını, protestolarını, sevgilerini, nefretlerini; korkmadan, çekinmeden, cesaretle açıklarlar, ortaya koyarlar. Irak savaşından önce ve savaş esnasında nice Batı ülkesinde bir milyon kişilik, 750 bin kişilik, 500 bin, 200 bin kişilik mitingler, yürüyüşler yapıldı. Bir İslâm ülkesi olan, Irak’ın komşusu olan Türkiye’deki savaş aleyhtarı tepkiler ise gülünç denecek kadar cılızdı. İstanbul’da Âbide-i Hürriyet civarında 1500 kişi toplandı. İzmit mitingine de 15 bin vatandaş katıldı. Yetmiş milyonluk bir Türkiye için bunlar ne kadar küçük rakamlardır. Türkiye niçin tepkisiz bir toplum haline gelmiştir? Türkiye halkı niçin yasal sınırlar içinde tepkisini dile getirememektedir? Bu suallerin ilmî cevaplarını sosyologlar, antropologlar, kültür uzmanları vermelidir. Bu tepkisizliğin sebepleri ne olursa olsun, netice ortadadır: Halkımız sersemletilmiş, korkutulmuş, sindirilmiş, afyonlanmış, uyutulmuştur.

2. Göçebe zihniyetli toplum. Dikkat buyurunuz, göçebe toplum demedim, göçebe zihniyetli toplum dedim. Biz artık büyük ve küçük şehirlerde, yerleşim birimlerinde, evlerde oturuyoruz, hepimizin belli adresleri vardır ama zihniyet ve kafa yapısı itibarıyla göçebeyiz. Bu göçebelik zihniyeti bütün siyasî, sosyal, iktisadî, kültürel işlerimizde kendisini göstermektedir. Sosyolog ve antropologlarımız bu mesele üzerinde de kafa yormalı, ciddî ve ilmî kitaplar yazmalıdır.

3. Şifahî toplum. Okumayan, yazmayan bir toplumuz. Güçlü ve zengin bir yazılı-edebî dilimiz yok. Millî eğitim sistemimiz genç nesillere anadillerini bile doğru dürüst okutup öğretemiyor. Biz dil denilince günlük iletişim vasıtası olan birkaç yüz kelimelik konuşma lisanını, sokak ve pazar dilini anlıyoruz. Yetmiş milyon Türkiyeli, 1928’den önce basılmış ve yazılmış kitapları okuyamıyor, eski tarihî belgeleri okuyamıyor, okuyabilse bile bunların lisanını anlayamıyor. Edebî-yazılı lisandaki kopukluk bizi mefluc (felçli) hale getirmiş, kültür bakımından yatalak etmiştir. Bu vahim durumun farkında olan da hemen hemen yoktur. Dünyadaki bütün medenî toplumlar şifahî toplum değil, yazılı toplumdur.

4. Varoş ve Gecekondu kültürlü toplum. Türkiye büyükşehir, metropol, medeniyet kültürünü yitirmiştir. En büyük şehrimiz, şu onbeş milyonluk beton yığını İstanbul yakın zamana kadar dünyanın en büyük köyü idi. Son yıllarda köylülükten de çıkmış, dünyanın en büyük mezraası haline gelmiştir. Bir şehri şehir yapan onun nüfusu, yüzölçümü, binalarının çokluğu veya yüksekliği değildir. Bir şehir kütüphaneleriyle, ciddî üniversiteleriyle, ilim ve araştırma merkezleriyle, sanat ocaklarıyla, medenî faaliyetleriyle gerçekten şehir olur. Bunlar yoksa o bir köydür, bir mezraadır. Şu onbeş milyonluk İstanbul’da doğru dürüst büyük bir kütüphane bile yoktur. İstanbul’un içinde bir milyonluk, yarım milyonluk mahalleler, ilçeler vardır. Onların çoğunda bir sanat merkezi, bir sahhaf dükkanı, bir antikacı bile yoktur. İlimden, irfandan, kültürden, araştırmadan kopmuş bir şehir ölü bir şehirdir, bir anti-şehirdir.

5. Yabancılaşmış toplum. Türkiye halkı, uzun yıllardan beri kasıtlı olarak, planlı ve programlı bir şekilde kendi millî kimliğinden, kişiliğinden, kültüründen uzaklaştırılmakta, yabancılaştırılmaktadır. Lisan, edebiyat, mimarlık, geleneksel sanatlar devamlı olarak suikasta uğramakta, sabote edilmektedir. Bugünkü dünyanın bütün medenî milletleri ve ülkeleri kendi kimliklerine, kişiliklerine, kültürlerine, sanatlarına, millî geleneklerine sahip çıkarken Türkiye’de bunlar niçin baltalanmakta, çökertilmektedir? Bizim olmayan, bizde gelişmesi ve tutunması mümkün ve muhtemel olmayan bir bale sanatı için bunca gayret gösterilirken, bunca yatırım yapılırken köklü millî sanatlarımızı geliştirmek için niçin çaba ve para sarfedilmemektedir?

Yukarıda beş önemli madde sıraladım. Türk aydınları, okur-yazarları, düşünürleri bu konularda niçin tartışmıyorlar? Niçin ciddî kitaplar yazmıyorlar. Eskiler “Müsademe-i efkârdan bârika-i hakikat doğar” (Fikirlerin çatışmasından gerçek kıvılcımları doğar) demişlerdir. Yüksek tabakamız bu gibi önemli konuları tartışacak ki, aydınlığa çıkılsın, kurtuluşa götürecek bir yol bulunsun.

Türkiye bir yasaklar, tabular, terörler ülkesi olmuştur.Sadece fikir, görüş, tenkitlerini yazan, hiçbir eyleme karışmayan bazı yazarlar bizde düşünce ve kanaatlerinden ötürü Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde muhakeme edilmekte ve bazıları hapis cezalarına çarptırılmaktadır. Bu şartlar altında aydınlar nasıl fikir ve görüş beyan edeceklerdir? Gerçekten aydın iseler mutlaka, her tehlikeyi ve çileyi göze alarak düşüncelerini, görüşlerini, tenkitlerini ortaya koymaları gerekir ama herkes yapamıyor bunu.

Türkiye eski millî ve geleneksel değerlerini yitirmiş, onların yerine yeni ve taze değerler koyamamış bir toplumdur. Zaten toplumlar için elbise değiştirir gibi değer değiştirmek mümkün değildir.

Toplumumuz içinde aşırı miktarda haşarat, eşkıya, it, uğursuz, muzır kimse türemiştir. Ülkemiz ve halkımız kan emici kenelerin istilasına uğramış olup bunları defedememekte, temizleyememektedir.

Ülkemizde büyük sosyologlar, antropologlar, kültür uzmanları, düşünürler, aydınlar yok mudur ki, bu konularda hiçbir kitap yazılmamaktadır. Var iseler ve korktukları için yazmıyorlarsa iyi bilsinler ki, gerçek bir aydın asla korkmaz. Korkak kişi zaten aydın olmaz. Gerçek aydın, ülkesindeki ve dünyadaki kötülükleri tenkit eden, onlara karşı muhalefet yapan kimsedir. Muvafık aydın olmaz.

Türkiye’de bunca hastalık, kötülük, ihanet, hıyanet varken susmak aydın kişiye yakışır mı?

Elbette ki, bütün aydınların, bütün büyük düşünürlerin görüşleri paralel olmayacaktır.

Günlük gazete yazıları, aylık veya haftalık dergi yazıları kalıcı değildir. Gazete ve dergi fıkra ve makaleleriyle gerçekler bütünüyle ortaya konulamaz. Bunların mutlaka kitap çapında yazılması ve yayınlanması gerekir.

Gerçek, binlerce parçadan meydana gelen bir mozayiktir. Tablo, birkaç mozayik parçasıyla anlaşılamaz. Bütünün, her bir parça yerli yerinde olmak şartıyla ortaya konulması ve görülmesi gerekir.

Türkiye soyulan, sömürülen, yolunan, kanı iliği emilen, güçlü ve üstün olması istenmeyen, ancak koltuk değnekleriyle ayakta durabilen bir ülke haline getirilmek isteniyor.

İçine düştüğümüz tuzaklardan nasıl çıkacağız? 16 Haziran 2003