Cuma

 

Medyaya fazla aksetmiyor ama İstanbul’da beklenen büyük zelzele hakkında toplantı üzerine toplantı yapılıyor, istişareler ediliyor, tedbirler alınmaya çalışılıyor. Kendisine hürmet beslediğim mimar ve şehirci üstad Turgut Cansever beyefendi de bu çalışmalar içindeymiş.

İstanbul’da yüz senede bir büyük zelzele olagelmiştir. Bir de, beş yüz senede bir dehşetli büyük bir zelzele şehri sarsmıştır. Bu sefer beklenen deprem, bazılarına göre, beş yüz senede bir olan cinsindenmiş. Birtakım uzmanların, sismologların tahminlerine göre böyle bir zelzelede iki köprü, hesabı ve inşaatı iyi yapılmış birkaç gökdelen, birkaç tarihî eser dışında şehirde sağlam yapı kalmayacakmış. Allah muhafaza buyursun.

Depremde dört milyon insanın enkaz altında kalacağı, bir milyon kişinin de çıkacak yangınlarda yanacağı yahut dumandan boğulacağı sanılıyor. İtfaiye müdürlüğü Japonya’ya, Taiwan’a ekipler göndererek muhtemel zelzelede çıkacak yangınların nasıl söndürüleceği konusunda kurs görmelerini temin etmiş. Zelzelede İstanbul’da iki bin beş yüz yangın çıkacağı zannediliyormuş. İtfaiyenin bu kadar çok yangına koşması ve onları söndürmesi nasıl mümkün olacaktır? Kaldı ki, yollar, caddeler enkazla kapanmış olacaktır.

Zelzele konusunda ilahiyat profesörleriyle de konuşulmuş. Ayrıca hukukçuların, sosyologların ve başka akademisyenlerin de fikir ve görüşlerine müracaat ediliyormuş.

İşin bir de malî tarafı var. İstanbul halkının bir kısmını tahliye etmek, fabrikaları ve işyerlerini başka bölgelere nakletmek ve tedbir almak için katrilyonlarca lira para gerekiyor. Bunu dış kredi ve yardımlarla temin etmeyi düşünenler var. Tabiî bu esnada birtakım insanlar bu zelzele paralarından alacakları komisyonlarla zengin olacaklardır. Şu memlekette doğru dürüst sanayi, üretim, iktisadî faaliyet yok ama zelzele rantı var.

İstanbul’dan en kısa zamanda dört milyon kişinin, birer milyonluk partiler halinde yurdun başka bölgelerine nakl edilmesi düşünülüyor. Böyle büyük bir göç tarihte görülmemiştir. Bu iş nasıl yapılacaktır?

Şehirdeki binaların yüzde doksanı çürükmüş. Ne doğru dürüst arsa ve toprak araştırması yapılmış, ne de binalar zelzeleye dayanıklı şekilde, hesabına kitabına uygun olarak inşaa edilmiş.

Mürefte ile Büyükçekmece arasında sahil bölgesi zelzelenin en şiddetli şekilde tesir edeceği bölgeymiş.

İşte kötü idarenin, kötü belediyeciliğin, sorumsuzluğun, kokuşmanın acı meyveleri. Rüzgar eken fırtına biçermiş. Rüşvet, makbuzlu bağış, partizanlık, popülizm, gecekondu affı, arsa ve bina spekülasyonu ekenler de şimdi zelzele fırtınasına hazır olsunlar.

17 Ağustos 1999 zelzelesini birçok uzman tahmin etmiş, idarecileri uyarmıştı ama onların ihtar ve ikazlarına kulak asan çıkmadı. Sonunda korkunç felâket meydana geldi. Tekirdağ taraflarından sade bir vatandaşa mâlum olmuştu, o da Ankara’ya resmî bir makama mektupla bildirmişti. O mektup da bir kenara atılmıştı.

Düzce depremi de tahmin edildi. Lâkin iktidar ve belediyeler tedbir almadı.

Son zelzelelerden sonra gerek yurt içinden, gerekse yurt dışından para, çadır, yiyecek, giyecek, malzeme, ilaç yardımı yağdı. Bu konuda da çok üzücü rivayetler çıktı, gazeteler çarşaf çarşaf skandal haberleri verdi. Zelzele paralarının bir kısmının başka işlerde kullanıldığı söylendi.

Beklenen zelzeleden sonra evsiz kalacak vatandaşlar için tek katlı ahşap evler yapılacakmış. Bu işte de büyük paralar dönecek, bazı kimseler bu yolla trilyonlar, belki de katrilyonlar kazanacaktır. Dünya böyledir, kimileri ağlar, kimileri güler.

Benim meşhur cümlemi tekrarlamadan bu yazımı bitirmek istemem. “Aklı ve parası olan İstanbul dışına çıksın, bahçe içinde tek katlı bir evde kendini selamete alsın.” Dostlar, ihvan tebessüm edecekler ve “Güzel ama çocuklar okula gidiyor, benim de işim burada” diyeceklerdir. Darılmasınlar ama ben “Bayram haftası” diyorum, onlar ise “Sandal tahtası” diyor. Behey efendi! Büyük bir zelzele olması ihtimali var, sen kalkmış çocuğun okulundan, kâr u kisbinden, ticaretinden bahsediyorsun.

Bu yazıdaki bütün bilgiler sağlam ve güvenilir kaynaklardan elde edilmiştir. Ben masa başı habercisi değilim. Felâket tellallığı da yapmıyorum. Öğrendiklerimi yazıyorum.

Statükocu Rant-yerler

Bu memlekette güçlü ve egemen bir statükocu kesim var. Sayıları az ama kuvvetleri fazla. Bunlar niçin statükocudur? Çünkü memleketin, devletin rantını bunlar yiyor. Kartelci büyük medya, bu grubu var gücüyle destekliyor. Boşuna mı destekliyor? Onlar günahlarını bile parasız satmazlar. Onlar da ranttan hisselerini alıyor.

Statükocular, “Biz ülkenin ve devletin rantını yiyoruz, bu sistemi bu yüzden değiştirmeyiz” mi diyorlar? Hiç böyle konuşurlar mı? Onlar çağdaşlık, lâiklik, birinci cumhuriyet, uygarlık, aydınlık paravanalarının ardında götüreceklerini götürüyor, rantlarını yiyorlar. Bu adamlar gerçekten cumhuriyetçi midir? Güldürmeyin beni. Cumhuriyet fazilet demektir. Cumhuriyet adalet, hürriyet, eşitlik, güven, hakça gelir dağılımı demektir. Ülke kokuşma bataklığı haline gelmiş, rüşvet genelleşmiş, soygun ve talan korkunç boyutlara varmış, beş bin aile elli milyon halktan daha çok kazanıyor, koskoca Türkiye Pax Judaica havzasına dahil edilmiş, bütün temel müesseseler çürütülmüş ve bütün bu habasetleri ve hıyanetleri yapan zihniyet biz cumhuriyetçiyiz diyor. Kim inanır buna.

Dikkat ederseniz, gerçek demokrasiden, hukukun üstünlüğü sisteminden, temel ve evrensel insan haklarına saygı ve riayetten; millî kimliği, kültürü ve kişiliği korumaktan hiç bahsetmiyorlar.

Medyada maaşları ayda on milyarın üstünde olan birtakım gazeteciler, köşe yazarları, genel yayın müdürleri, televizyon sunucuları var. Ayda on milyar lira… Ayda seksen yüz milyona ailesini geçindirmeye çalışan milyonlarca vatandaş ne istiyor, bu medya prensleri ve baronları ne istiyor? İki tarafın uzlaşması mümkün müdür? Büyük götürenler elbette statükocu olacaktır. Ölseler bile bu yoldan dönmezler.

Ellerinde kova kova çirkef var; demokrasi, hürriyet, fazilet, hukuk, insan hakları isteyenlerin üzerlerine döküyorlar. Atatürk’ü kalkan olarak kullanıyorlar. Bunlar hem Nazım’cı, hem de kemalisttir. Nasıl oluyor bu iş? Atatürk Nazım’ı hapse attırmamış mıydı? Kemalist rejim Nazım’ı onbeş yıl zindanda çürütmemiş miydi? Nazımcılıkla Atatürkçülük bir gönülde birlikte olabilir mi? Mümkün müdür böyle bir şey?

Peki bu oyun hep böyle devam eder mi? Kesinlikle etmez. Bakalım âyine-i devran neler gösterecek? 25 Şubat 2000