Çarşamba

 

Başucumda Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sı duruyor. Günde birkaç kere açıp okuyorum. Geçen gün, Resulullah Efendimizin müezzinleri bahsini (Bedir Yayınevi baskısı, C-1, S. 260-261) okuyordum. O kısımdan birkaç paragrafı dikkatlerinize sunmak istiyorum:

“Fahr-i Âlem’in dört müezzini vardı: Bilâl-i Habeşî, İbn Ümmi Mektûm, Ebu Mahsure Semûre ve Sa’du’l-Karas. Bilâl-i Habeşî Hazretleri en evvel İslâm ile şereflenenlerden biridir. Köle iken Müslüman olduğunu ilan ettiği için müşriklerin zulüm ve eziyetlerine sabır ve tahammül etmiştir. Hazret-i Ebu Bekir onu satın alıp Allah rızası için azad eylemiştir. Sonra Peygamberin hizmetinde bulunmuştur. İlk önce ezan ve kamet okuyan odur. Hicretten sonra Ashabın çoğu ticaret ve ziraat ile meşgul olduklarından, Peygamberimizin huzuruna ancak fırsat buldukça gelirlerdi. Bilâl ise Peygambere hizmetten bir an geri kalmazdı. Fecirden önce gayet tesirli bir ezan okuyarak teheccüd namazı kılanları uyandırır ve daha sonra sabah namazı cemaati hazır oluncaResulullah Efendimizi mescide getirir, sonra hücresine geri götürür, kapısının önünde durur, O’nun her hizmetini görürdü. Seferlerde yanından bir an ayrılmazdı. Efendimiz’in vefatına kadar bu şekilde müezzinlik hizmetinde bulundu. Ondan sonra cihan başına dar geldi, Resul-i Ekrem’in ayrılık ve hasretiyle Medine’de duramaz oldu. Hazret-i Ebu Bekir, Efendimiz zamanındaki ahvalin asla bozulmamasını istediğinden Bilâl’in kendi zamanında dahi müezzinlik etmesini talep ve teklif etti fakat Hazret-i Bilâl ona ‘Eğer beni nefsin için satın aldıysan alıkoy; eğer Allah için alıp azad eyledinse beni kendi halime bırak’ diye cevap vermiş ise de, Ebu Bekir Hazretleri Allah adını anarak yalvardığı için Hazret-i Bilâl bir müddet müezzinlikte kalmıştı. Lakin işin sonunda dayanamayıp Şam tarafına gitti ve orada Müslüman gazilerin içine karıştı.

Bilâl Hazretleri Şam taraflarında iken rüyasında Resul-i Ekrem’i gördü. ‘Ya Bilâl! Bu cefa nedir, beni ziyaret edeceğin vakit gelmedi mi?’ diye buyurdu. Bilâl, korkarak ve kederli bir şekilde uyandı, hemen devesine bindi, tek ve tenha çölleri aşarak Medine-i Münevvere’ye vardı. Ravza-i Mutahhara üzerine kapanıp yüzünü gözünü topraklara sürerek ağlamakta iken Peygamberimizin iki torunu yani Hasan ve Hüseyin (radiyallahu anhüma) Hazretleri çıkageldiler. Bilâl yine hüzün ve hasret içinde ağlayarak Peygamberin pâk kabrini bıraktı, onlara sarıldı. Onlar dahi: ‘Ya Bilâl! Senin Mescid-i Şerifte Resulullah’a okuduğun ezanı işitmek istiyoruz’ demeleri üzerine Hazret-i Bilâl, Mescid-i Şerifin sathına çıktı ve vakt-i saadette ezan okuduğu yerde durup ‘Allah-u Ekber…’ dediği gibi Medine yerinden oynadı; ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallah’ dediğinde Medine çalkalandı; “Eşhedü enne Muhammeden Resulullah’ deyince ‘Resûlullah dirilmiş’ diyerek kızlar sokaklara fırladı. Memleket altüst oldu. Resul-i Ekrem’den sonra Medine’de o kadar ağlayış görülmemişti. Hazret-i Bilâl’e dahi hayret geldi, o ezanı tamamlayamadı.

Bu hadiseden sonra yine Şam tarafına avdet etti ve şehid olmak arzusu ile sınır boylarına gitti. Bir müezzin ki, ezan ilk defa onun lisanından işitile, onun imamı Fahr-i Âlem ola ve daima onunla birlikte ola; onun diğer faziletlerinden bahse lüzum yoktur…” (Biraz sadeleştirdim…)

Resulullah Efendimizin vefatından sonra Hazret-i Bilâl’in Şam’dan dönüşü, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in talepleri üzerine Mescid-i Saadette ezan okuyuşu, bütün Medine’nin ayağa kalkması, ahalinin büyük bir heyecan içinde ağlamaya başlaması ‘Resulullah dirildi!..’ diyerek kızların sokaklara fırlaması… İslâm tarihinin çeşitli veçheleri vardır. Bunlardan biri de, büyük heyecanlar, çok yüksek ağlayışlar, bizim aklımızın ve havsalamızın alamayacağı asil duygulardır.

Günde beş kez okunan ezanlar çok büyük hadiselerdir. Ezan, zaman üstü bir hadisedir, eskimez. İstanbul o kadar büyüdü ki, tam sayısını bilmiyorum ama belki de beş bin camiden ezan okunuyor. En küçük mescitte bile hoparlör var. Bir namazın vakti gelip minarelerden ezanlar okunmaya başlayınca şehirde bir hareket, bir heyecan, bir hasret, bir kaynaşma, bir davranış görülmüyor. Nafile…Hoparlörleri sonuna kadar da açsanız nafile… Ezanın heyecanı ve tesiri sesin yüksekliğiyle hâsıl olmaz ki… Ey ağzının önündeki âlete üfüren zat, üfürüğüne biraz aşk, şevk, hasret, heyecan katsana…

Eskiden hoparlör moparlör yokmuş. Müezzinler minarelere çıkarlar, şerefelerden okurlarmış. Öyleleri varmış ki, onların ezanlarını dinlemeye gayr-i müslimler bile gelirmiş. Ezanın dinî tarafının yanında sanat ve estetik tarafı da vardır. Güzel ses insanı celbeder, geceleyin pervanelerin ışık etrafında toplanmaları gibi… Müslüman olsunlar veya olmasınlar insanlar güzel sese, sanatlı sese, heyecanlı sese, mânalı sese koşarlar.

Vaktiyle Sultan Ahdülhamid zamanında Nuruosmaniye Camii’nde sesi çok güzel ve çok duygulanarak, heyecanlanarak ezan okuyan bir müezzin varmış. İngiltere sefarethanesinden bir zat arabayla Kapalıçarşı’da alışveriş yapmak üzere oraya gelmiş. Ezan okunuyormuş, sesin ve okuyuşun güzelliği ve cazibesi karşısında çakılmış kalmış. Ezan bitince çarşıya girmiş. İşini bitirdikten sonra Beyoğlu’ndaki sefarethaneye dönmüş. Ertesi gün içine bir hasret düşmüş. Bir bahane uydurmuş, tekrar Nuruosmaniye’nin yolunu tutmuş, ezan dinlemiş. Birkaç gün böyle gitmiş gelmiş. Kalbinde İslâm’a ısınma başlamış, Müslüman olmaya karar vermiş. Lakin, evet lâkin… En son gittiğinde o müezzin yokmuş, yerine sesi müsait olmayan, ruhsuz ve aşksız bir kimse ezan okumuş. İngiliz daha sonra “O eski müezzin okumuş olsaydı, dinimden olacaktım” demiş.

Müezzinliğin şartları, kuralları vardır.

Birincisi: Sesi güzel olacak.

İkincisi: İmanla, heyecanla, duyguyla, ruhla, aşk ve şevkle okuyacak.

Üçüncüsü: Ses güzelliğinin yanına, musikî kültürü, şehir medeniyeti ilave edilecek.

Dördüncüsü: Hoparlör tesisatı, akustik ilminde ve sanatında uzman olan kişiler tarafından kurulacak, ayarlanacak. Ses gerekenden fazla açılmayacak, sonuna kadar açılmayacak.En güzel ses, berbat bir hoparlör tarafından rezil ve perişan edilebilir.

Müslümanların son elli yıl içinde “Güzel sanatlı, tesirli, heyecanlı ezan okuma” dernekleri, vakıfları, müesseseleri, kurumları kurmaları gerekirdi. Buna önem vermediler, bütün güçlerini, bütün enerjilerini o saçma sapan, o bed sesli hoparlörlere yoğunlaştırdılar.

İstanbul’da en az birkaç yüz fahrî (ücretsiz, bu işi şeref için yapan) müezzin olması gerekir. Sesleri fevkalâde, müzik bilgileri fevkalâde, kültür ve medeniyet seviyeleri son derece yüksek, aşk, şevk, heyecan ehli Müslümanlar… Bazıları dünyanın en meşhur konservatuarlarından mezun olmuş. Diyelim ki, onlardan biri şehrin büyük camilerinden birinde bir öğle ezanı okumaya başladı. Dinsizlerin, turistlerin bile heyecanla dinlemeleri gerekir… (Hatırıma bir soru geliyor: Acaba böyle bir müezzine ezan okuttururlar mı?”)

(Tarihî caminin minaresinin şerefesine tam on adet hoparlör koyan “Cami Yükseltme, Yüceltme, İdame Ettirme ve Seslendirme Derneği” Başkanı Hacı Şakir Memiş Bey’e: On değil, yüz hoparlör koysanız nafiledir, nafile…) Selâm ve hürmetlerimle… 13 Temmuz 2006