Bilenlere Sormak
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 29 Ocak 2019
Perşembe
Telefon çaldı. Bir hanım beni sordu,
dedim. Kendini tanıtmadan konuya girdi. Sahibi bulunduğum Bedir Yayınevi’nin yayınladığı, meşhur ve muteber din alimi Ebulleys Semerkandî hazretlerinin bir eserinde yanlışlık olduğunu iddia etti.
diye sordum, değilmiş.
dedim. “Sordum” dedi.
sualini cevapsız bıraktı.
dedim.Bu husus işine gelmedi… Tenkit, itiraz ve iddialarını sürdürdü. Sonra telefonu çat diye kapattı.
Ben şahsen din alimi değilim. Belki biraz dinî kültürüm vardır ama o kültür beni din alimi yapmaz. Bir Müslümanın aklına dinî bir mesele takılınca onu bilenlerden sormalıdır. O bilenler de din alimleridir. Nasıl alimler, hangi alimler? Sahih itikadlı, icazetli, ehliyetli alimler.
Reformculara, yenilikçilere, Fazlurrahmancılara dinî mesele sorulmaz.
çok büyük ve çok meşhur bir alimdir. Biz onun eserini şimdiye kadar belki on beş kere bastık. Herhangi bir itiraz gelmedi. Sadece ismini ve hüviyetini bilmediğim ve din alimi olmadığını bizzat kendisi itiraf eden hanım itiraz etti. Dinî konular ihtisas konularıdır. Bir Müslümanın aklı dinî bir konuda tereddüde ve şüpheye düşerse onu mutlaka muteber ve uzman bir alime sormalıdır. Telefonda tartışarak, şifahî edebiyat yaparak dinî bir mesele halledilemez.
Okumuş, kültürlü insanlar iddia, isnad, tenkit ve itirazlarını mutlaka çok açık ve seçik olarak yazılı olarak ortaya koymalıdır. Mahkemelerde teyp bandları bile delil olarak kabul edilmiyor. Yazıyla zabta geçirilmeyen şifahî iddialar açıkta kalıyor.
Ehl-i sünnet dairesi içinde ihtilaflı meseleler vardır. Muhtelefün fih olan meselelerde, bir görüşü ele alıp ötekileri mahkum etmek, ötekilere ta’n etmek olmaz. Hanefî fıkhında kan abdesti bozar, şafiî fıkhında bozmaz. Matüridî görüşünde
denilmez,
denilmesi gerekir.
İtikad imamları, kadından peygamber olup olmayacağında ihtilaf etmişlerdir. Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Sünnet dışı fırkalar arasında da hem usûlde, hem fürûda görüş ayrılıkları vardır.
Şia, Sahih-i Buharî’yi muteber bir kitap ve kaynak olarak kabul etmez. Biz sünnîler ise onun için
deriz.
Necidli Muhammed İbn Abdülvehhab’ın peşinden gidenlerle Ehl-i Sünnet Müslümanları arasında çok önemli konularda derin ihtilaflar bulunmaktadır. Bir Müslüman, büyük bir Sünnî alimin kitabında aklının ermediği bir bilgi görünce, kendi kafasına göre tenkit üretmez, tartışmaya girmez. Hele telefonla münakaşaya kalkışmaz. Böyle bir durumda yapılacak şey
sormaktır.
Telefondaki itirazcı ve tenkitçi hanım bize yazılı olarak
müracaat etmiş olsaydı, konuyu icazetli ve ehliyetli bir alime götürecek, ondan yazılı mütalaa alacak ve bunu itiraz sahibine ulaştıracaktık.
Son kırk yıl içinde Müslümanların kafaları çok karıştırıldı. Öyle cahiller görüyoruz ki,
meâlinde laflar ediyor. Böyle konuşmak terbiyeye, edebe, insafa sığar mı?
1400 yıllık İslâm tarihinde ortaya çıkan mutlak müctehidlerin sayısı yüzü geçmez. İlahî bir hikmet gereği dört fıkıh ekolü (mezhebi) yaşamış, diğerleri münkariz olmuştur. Madem ki, biz mutlak müctehid değiliz, bize yakışan dört mezhepten birini kabul etmek ve bütünüyle onun hükümlerine uymaktır. Son kırk yıl içinde çıkartılan fitnelerden biri de Telfik-i Mezahib’dir. Son asrın büyük din alimlerinden Seydişehirli Mahmud Esad, “Tarih-i İlm-i Hukuk” adlı kitabının “İslâm Şeriatı” bölümünde “Telfik-i Mezahib, dini oyuncak etmektir…” diye yazmıştır.
Birtakım reformcu ilahiyatçıların dillerine doladıkları bir söz var: Ebu Hanife hazretleri,
demiş. Amenna… Lakin bu sözü kimlere söylemiş? Doktor, mühendis, bakkal, kassab, ev hanımı, çiftçi Müslümanlara mı? Hayır hayır!..
Onlar onbinlerce hadîs-i şerifi ezbere biliyorlardı.
Mükallid Müslümanlar, fukaha sözü ile nass arasında bir uyuşmazlık görürlerse, nassa değil, fukaha sözüne tâbi olurlar. Çünkü mukallidlerin uyuşmazlık gibi gördükleri şeyde ya bir te’vil vardır, yahut nâsih mensuh durumu mevzuubahistir veya bir tevcih olabilir.
Müslüman bir toplumda dinî konular ayağa düşünce o toplum kolay kolay iflah olmaz. Terzilik, marangozluk, balıkçılık, tabiblik, mühendislik, çiçekçilik nasıl uzmanlık işi ise, din de öyledir ve dinin uzmanlığı en zor uzmanlıktır. Din alimi veya uzmanı olmak için:
• Arapça âlet ilimlerini okuyup öğrenmiş olmak gerekir.
• Âlet ilimlerinden sonra âlî ilimleri öğrenmiş olmak gerekir.
• Bunları ehil ve icazetli hocalardan okuduktan sonra imtihan verip icazet almak gerekir.
Zamanımızda birtakım kendini bilmezler Hüccetülislâm Zeynüddin İmamı Gazalî hazretlerini uluorta tenkit edip duruyorlar. Eskiler bu gibi kimseler için had-nâ-şinas derlerdi.
Geçen Ramazan’da bir akşam birtakım dostlarla iftar ettik. Sohbet esnasında “Hanefî mezhebinde namazların cem’i yoktur…” dediğim için biri beni “Mezhebi din haline getirmekle” suçladı. Be efendi, madem ki, Hanefî mezhebine uymuşsun, namazların cem’ edilemiyeceğini kabul edeceksin. Yolculukta bir namazı kılamazsan kaza edersin.
Müslüman kesimde dinî konular niçin ayağa düştü?.. Düştü değil, düşürüldü.
Dinî yıkmak için iki metod vardır:
– Dıştan saldırırlar.
– Yahut sûret-i haktan görünüp içten yıkarlar, Müslümanların kafalarını karıştırırlar.
Dikkat buyuruyorsanız, birtakım Pembe gazeteler ve televizyonlar dinî konuları hep reformcu ilahiyatçılara mıncıklatıyor.
Herkes müctehid kesilir ve kendi kafasına, re’yine, heva ve hevesine göre ahkâm keserse İslâm toplumunda anarşi başgösterir. Nitekim bizde şu anda böyle bir anarşi vardır.
Muhterem din kardeşlerime tavsiye ediyorum:
Hanefî mezhebinde olanlar merhum Ömer Nasuhi Bilmen hocaefendinin “Büyük İslâm İlmihalini” alsınlar. Onun başında bir itikad bölümü de vardır. Sonunda İslâm ahlakı ve siyer özeti de yer alır. Dinimizi böyle muteber ve güvenilir kitaplardan öğrenmeliyiz.
Şafiî kardeşlerimiz de, muteber bir Şafiî ilmihalini alsınlar okusunlar. Meselâ Said Özdemir hocanın kitabını.
Ben din alimi olmadığım için itikadî, fıkhî, şerî konularda tartışmaya girmem. Bazı dinî konularda yazıyorsam, Müslümanları Ehl-i Sünnet dairesinden ayrılmamak ve bid’atlerden kaçınmak hususunda uyarmak için yazıyorum. Yoksa kendi re’y ve hevam ile konuşmuyorum.
Tabakat-ı fukaha yediye ayrılır. Birincisi mutlak müctehidlik derecesidir. Sonuncu, yedinci derece ise fetva ashabı olmaktır, yani müftülük makamıdır. Bu devirde bırakınız mutlak müctehid, gerçek müftü bile yok denecek kadar azdır.
Gazete ve televizyonlarda reformcu cahilin biri “Oruç tutamıyorsanız veya tutmak istemiyorsanız üzülmeyin, bir fakire günde üç milyon lira vererek oruç borcunuzu ödeyebilirsiniz” diye fetva veriyormuş.
Ya Rabbi ne günlere kaldık!
Böyle adamlardan dinî konularda fetva ve ruhsat alanlar Mevla’larını değil, belalarını bulurlar.Kendi düşen ağlamazmış.
Hiçbir aklı başında Müslüman dinî ve şer’î konularda “Benim bu meselede görüşüm şöyledir…” şeklinde konuşmamalıdır. Böyle bir üslup ve ifade büyük terbiyesizlik ve küstahlıktır.
Kur’ân bize “Ey iman edenler! Allah’a, Resûlüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz” buyuruyor. Gerçek ve icazetli ulema kendilerine uyulması gereken emîr sahiplerindendir. Çünkü onlar Ümmet’i bilgilendirmek, irşad etmek, müjdelemek ve uyarmak hususunda Resûl-i Kibriya aleyhissalatü vesselam efendimizin vârisleri, vekilleri, halifeleri durumundadır. 26 Kasım 2004