Bir Bina ve Büyük Zelzele
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 02 Şubat 2019
Pazartesi
Konya’da on bir katlı bir apartman on saniye içerisinde çöktü, o kocaman bina bir moloz yığını haline geldi. Hayli vatandaşımız öldü, enkaz henüz tamamen kaldırılamadı, daha ne kadar ceset çıkacağı kesinlikle bilinmiyor. Velhasıl tek bir bina çöktü ama büyük bir facia yaşadık.
Çöküşten sonra her kafadan bir ses çıktı, suçlu, kabahatli, sorumlu aranıldı. Bunları bulmak çok kolay, aynaya bakmamız yeterlidir. Hepimiz suçluyuz, sorumluyuz.
Mühendisler binanın çöküşünü şu sebeplere bağladılar:
1. Çimento harcı kaliteli değilmiş, elle karılmış, yapıldıktan sonra birkaç gün sabah akşam sulanmamış, yanmış.
2. İnşaatta kullanılan demirler, kullanılmış eski demirlermiş, yorgunmuşlar.
3. Sorumlu mahallî idare, gerek inşaat esnasında, gerekse yapı bittikten sonra kontrol etmemiş. Bina çürük olduğu halde, ruhsat vermiş.
4. Binanın zemini, on bir katın yükünü çekecek sağlamlıkta değilmiş.
Uzmanlar ve sorumlular en büyük sebebi unutmuşlar. Çimentodan ve demirden önce bizde, insan unsuru çürüktür. Almanya’da, Norveç’te, Avusturya’da, Kanada’da, Japonya’da niçin on bir katlı yeni bir bina çökmüyor? Çünkü orada insan unsuru vasıflıdır. İnsan vasıflı olunca çimento da vasıflı olur, dökülen beton kaç gün sulanacaksa, güzelce sulanır, kullanılan demir nizamlara uygun olur, gerekli kontroller yapılır, herhangi bir sakınca varsa kesinlikle oturma ruhsatı verilmez.
Bir ülkenin insanları, idare edenler ve idare edilenler diye ikiye ayrılır. Bizde iki kesim de vasıfsızdır.
Yakın tarihlerde Fransızlar Kahire’ye metro yaptılar. Mısır çimentosu kullanmadılar, kendi ülkelerinden vasıflı çimento getirerek yaptılar.
Konya’da sadece bir bina çöktü, büyük bir facia yaşandı…Kesin tarih verilmiyor ama İstanbul’da şiddetli bir zelzele olacağını bütün uzmanlar ağız birliğiyle söylüyor. Bir değil, on binlerce bina yıkılacak. Öyle bir faciayı Türkiye kaldırabilir mi?
Bu gibi felaketlerde yardıma koşan AKUT teşkilatı Konya’daki enkaz kaldırma çalışmalarını şiddetle tenkid etti, enkazın altında canlı kalmış olma ihtimaline rağmen büyük makineler getirdiler ve hoyratça enkaz kaldırmaya başladılar, dediler. Demek ki, biz ne felaketleri önleyecek tedbirleri alabiliyoruz, ne de facialardan sonra yapılması gerekenleri usulüne göre yapabiliyoruz.
Bina çökünce insanlar üzgün, şaşkın, perişan vaziyette enkaza doğru koşmuşlar, bir anda ortalık ana baba gününe dönmüş; feryatlar, haykırışlar, koşuşmalar, yakınmalar… Bir panik havası esmiş, halbuki bu gibi felaketlerde gayet soğukkanlı bir şekilde planlı, programlı çalışmalar yapılması gerekir.
Ölenlerin hepsine rahmet diliyorum. Geride kalan acılı vatandaşları teselli etmek mümkün mü? Yüce Allah sabr-ı cemil ihsan buyursun.
Bu ilk facia değil ki… Sık sık oluyor, önce büyük heyecan ve telaş görülüyor, sonra iş savsıyor, unutulup gidiyor. Yeni bir facia, yeni bir felaket meydana gelinceye kadar insanlar, sorumlular vazifelerini hakkıyla yapmıyor.
17 Ağustos 1999 büyük zelzelesinden sonra toplantılar yapıldı, sözde tedbirler alındı, raporlar hazırlandı. Bir telaş, bir toz duman ki sormayın. Yüz binlerce ceset torbası hazırlandı!.. Sonra ne oldu?
1999’dan bu yana İstanbul’daki çürük binalar birer birer tesbit edilmeli; güçlendirilmesi mümkün olanlar güçlendirilmeli, mümkün olmayanlar yıktırılmalı değil miydi? İlgililer, sorumlular, idareciler bunu yaptılar mı?
Halkın, oturdukları binaları, kendi teşebbüsleriyle kontrol ettirmeleri gerekmez miydi? Bazı açık gözler tam tersini yaptılar. Avcılar’da çatlayan binaları sıvattılar, boyattılar ve satmaya kalktılar. Yine aynı semtte Belediyenin yıkım kararı aldığı bir binanın yıkımını mahkeme kararıyla durdurttular. Mahkeme bu kararı, sağlamdır diyen bir bilirkişinin raporuna dayanarak verdi. Sonra ne oldu, bina ansızın, büyük bir gümbürtüyle çöktü, bereket versin içinde kimse yoktu.
Bingöl zelzelesinde yeni yapılmış yurt binası çöktü, kaç vatan çocuğu enkaz altında can verdi. Dünya adeletinden paçasını kurtarmak kolaydır ama ilâhî adaletin cezasından kurtulmak mümkün değildir.
İstanbul, büyük zelzelesini bekliyor. 1509’da olan o korkunç yer deprenmesi gibi bir sarsıntı olacakmış. O tarihte böyle büyük binalar yoktu, ahşap binalar sarsıntıya daha dayanıklıydı. O zaman Marmara’dan dev deniz dalgaları sahile vurmuş, surları aşmış kenar mahalleleri yıkmış, boğmuş. Zelzele günlerce sürmüş.
Aradan 500 yıla yakın zaman geçti, İstanbul çürük çarık, hasapsız kitapsız, yüz binlerce yüksek bina ile doldu. Her seçimden önce binalara kaçak katlar yapılır, şu anda da yapılıyormuş. Herif, üç katlı binaya bundan önceki seçimlerde iki kat ilave etmiş, şu anda üçüncü katı ekliyor. Alt katlar, yeni katların yükünü çeker mi, düşünen yok. Herkes para, menfaat, mülk, kat, kira, rant diyor. Efendi! Bina çöker sen ve çocuğun, altında kalırsınız… Hiç umursamıyor. Menfaat olsun da, gebermeye bile razıdır.
Gazeteler, seçimler arifesindeki kaçak katlar furyasına ait haberler ve resimler basıyorlar. “İlgililerin ve sorumluların” bunlardan haberi yok mudur? Elbette vardır. Niçin göz yumuyorlar? Bilin bakalım.
Evrensel hukuk, bilgelik ve ahlâk kasıtlı olarak, müteammiden adam öldürenin idam edilmesinin gerektiğini söylüyor. Kutsal Kitapta “Kısasta sizin için hayat vardır” buyuruluyor. Kendilerini uygar sanan kişiler ise, idamı gerilik olarak görüyorlar.
Zamanımızda tabancayla adam öldüren bir kimse, sekiz dokuz senelik bir hapis cezası alıyor, infaz kanununa göre üç sene yattıktan sonra şartlı olarak salıveriliyor.
Hele lüks otomobille adam öldürenler, yakalarını adaletin pençesinden pek kolay sıyırıyorlar. Az bir müddet tutuklu kalıyorlar, sonunda hürriyetlerine kavuşuyorlar.
Çürük binalar yapan müteahhitler; çimentodan, demirden çalanlar; yapıları kontrol etmeyenler, çürük binalara oturulabilir ruhsatı verenler, seçim arifelerindeki kaçak katlara göz yumanlar, siz yarın Mahkeme-i Kübra’da, yüce İlâhî Adaletin huzurunda nasıl hesap vereceksiniz? 10 Şubat 2004