Onu Bizans sanatıyla ilgili bir kollokyumda tanıdım. Bu münasebetle açılan sergiyi geziyordum. Bir binanın resmi ile alâkalı sorumu hemen cevaplandırdı. Kendisi Selçuklu ve Bizans sanatı uzmanıymış. Almanya’da ve Amerika’da tahsil, master ve doktora yapmış. Geniş bir kültürü vardı. Türkçeyi güzel kullanıyordu. Kibar bir insandı. İsmini ve işini öğrenince şaşırdım. İstanbul’da sur içinde Bizans Kilisesi’nden muhavvel bir camide imamlık ve hatiplik yapıyormuş.

Birgun ikindi namazına onun câmiine gittim. Bahçe kapısından içeri girer girmez sanki değişik bir dünya beni karşıladı. Zemin, aralarında birer ikişer santimlik mesafeler kalmak üzere taşla kaplıydı. Aradaki topraktan fışkıran çimenlerin yeşilliği göze hoş görünüyordu. Dikkat ettim, artık her camide görmeye alıştığımız “W-C Erkek-Kadın 500-1000 TL” gibi bir helâ ticareti edebiyatı mevcut değildi. Minyon ağaçlar, sarmaşıklar, çiçekler ve asırlık iki selvi ağacı bu küçük câmi avlusuna esrarlı ve sihirli bir güzellik veriyordu.

Perdeyi araladım, câmiye girdim. Gözlerim bir sürprizle karşılaştı. Türkiye’nin elli bin câmiini soyan halı mafyası buraya girememişti. Yerlerde yeşil veya kırmızı anilin boyalı zevksiz, pis, iğrenç, sanalsız, iç karartıcı fabrika dokuması paçavralar değil, eskiden olduğu gibi, her biri el emeği, göz nuru, sanat eseri olan kök boyasıyla boyanmış, memleketin çeşitli köşelerinde, çeşitli asırlarda dokunmuş nefis yün halılar ve kilimler seriliydi. Mihraba baktım, oh çok şükür tarihî şamdanların üzerinde odundan yapılmış sahte mumlar ve onların üzerınde birinde İsm-i Celâl, birinde Nâm-ı Peygamber yazılı âdi beyaz camdan fanuslar yoktu.

Duvarlarda kıymetli hüsn-i hat levhaları vardı. Bazıları yeniydi ama yazıları, tezhibleri, ebrûları, çerçeveleri nefisti. Câmiin içinde yeni yazıyla levha göremedim. Hani şu mâbetlerimizi istilâ eden: “Müslüman kardeş pabucunu öyle tutma, böyle tut… Burası müezzinlerin yeridir, kimse oturmasın. Ayakkabılıkların üst raflarına pabuç koymak yasaktır… Saati kurcalamayınız. Hırsıza dikkat. Diyânet gazetesi çıkmıştır…’’ gibi zevksiz, mânâsız duyurular.

Ezan güzel okundu; namaz güzel kılındı, tesbihat güzel yapıldı. Duadan sonra güzel bir aşr-ı şerif okundu. İmam efendi mihrabtan veciz fakat çok kaliteli bir hitabe irad etti. Türkçe’nin inceliklerine ve esrarına vakıf olduğu anlaşılıyordu. Saate baktım sadece dört dakika sürmüştü. Ama kırk dakika uzayan kalitesiz, can sıkıcı, Türkçeyi katleden, sanki özür zekâlılara hitaben yapılan konuşmalara nisbetle son derece mükemmel ve yeterliydi.

Cemaate baktım. Câmi anayollardan uzak, kuytuda kalmış olmasına rağmen bu ikindi namazında yarıyarıya doluydu. Ama asıl dikkatimi çeken üniversiteli gençlerin çoğunlukta olmasıydı. Haftanın muayyen saatlerinde imam efendi ile sanat tarihi, Bizantinoloji ve benzeri mevzularda sohbet ediyorlarmış.

Camiye bitişik zarif döşeli imam odasında hocayla biraz yarenlik ettik. Her sene iki kitap yayımlıyormuş. Sanat tarihi üzerine, biri İngilizce, biri Türkçe. İmamlığı maişet için değil, hizmet için, ideal için yaptığı anlaşılıyordu. Kendisine ait meşrutada müftülüğün izni ile birkaç üniversite talebesi barındırıyormuş. Evi biraz uzaktaymış, otomobiliyle gidip geliyormuş. O söylemedi, ben himâye ettiği talebelerden öğrendim, maaşını mahalle fakirlerine dağıtıyormuş.

Sanat tarihçisi, Bizantolog imam efendinin sanatkârlık tarafı da vardı. Bestekârmış, yeni bir mevlevî âyini üzerinde çalışıyormuş. Bundan onun tasavvuf ve tarikat hayatına da yabancı olmadığını anladım.

Kendisiyle dost olduk. Evlerimize karşılıklı ziyaretlerde bulunduk. Güzel bir kütüphânesi vardı. Eski Yunanca. Latince, İngilizce, Fransızca, Arapça, Farsça ve Osmanlıca eserler. “Almanca’yı sırf bu dilde yazılmış eserleri okumak için öğrenmek zorunda kaldım” dedi. Mesleği icabı Eski Yunancayı da iyi biliyormuş. Hristiyanlık ve bilhassa Ortodoks kilisesi hakkında geniş bir kültüre sahip olduğu kanaatine vardım’. Vazife gördüğü câmi Patrikhâneye pek uzak sayılmazdı. Özel izinle zaman zaman oranın kütüphânesinde de araştırma yapıyormuş.

İmam efendi Ermeni mimarîsi tedkiklerine de el atmak istiyordu. Bu maksatla özel Ermenice dersleri almaya başlamış, Van’daki Ahtamar adasına, Kars’taki Ani harabelerine birkaç sefer yapmış.

Hakkında bir yazı yazmak istediğimi söyleyince önce razı olmadı, sonra ısrarım karşısında, bari ismimi ve camii belirtmeyin ricasında bulundu.

UYGARLIK YERİNİ BULDU!

Kızgın, azgın, cazgır, perdesiz bir dişiler kafilesi. Hüseyin Rahmi’nin romanlarındaki kavgacı âdi mahalle karıları bunların yanında zemzemle yıkanmış kadar temizdir. Ağızları faraş gibi açılmış, iğrenç sloganlar atıyorlar. Ellerinde pankartlar var. Hattâ bazıları alın hizasında başlarına yazılı bezler bağlamışlar. Gözler dönmüş, ağızlar köpürmüş. Çılgın bir güruh.

Yürüyorlar. Karaköy meydanını geçiyorlar, Madam Manokyan’ın umumhanelerinin sokağına giriyorlar, fâhişeler percerelerden merakla bakıyor. Müşteriler yılışık suratlarla manzarayı seyrediyor.

Bunlar ilerici ve çağdaş bayanlardır. Fâhişelere tecâvüzün cezasının azaltılmasını protesto ediyorlar. Şimdi hânelerin önünde bağrışıyorlar. “Fâhişeler kardeşimizdir! Bedenimiz bize aittir, canımızın istediği gibi kullanırız! Çağdaş uygarlık! kadın hakları!”

Gazeteciler harıl harıl fotoğraf çekiyorlar. Hayat karıları hayatlarından memnun. Kâr-hâneciler bu alışılmamış şenlikten mesrur.

Çağdaş uygarlığın böylesini hiç görmemiştik. Bakın vesikalısı, vesikasızı nasıl elele vermiş Uygarlık yapıyorlar.

Çağdaş karıların istediği sonunda oldu. Fâhişeye tecâvüze verilen cezadaki indirim iptal edildi. Uygarlık yerini buldu. Çağdaşlığa sürülen leke temizlendi.

(Bu olup bitenler hayal mahsulü değildir. Geçen sene aynen olmuştur.)

PAPAZ AKLI

Amerikalı bir mühtedi dostumuz anlattı. Eskiden Rus Ortodoks kilisesi papazıymış. Bir gün bir Grek kilisesine gitmiş ve oradaki yaşlı papazla konuşurken laf arasında Türkiye ve İstanbul’la ilgili bir bahis geçmiş. Lâkin papaz efendi Türkiye ve İstanbul kelimelerini bir türlü anlayamıyormuş. Öbürü tekrar ettikçe “anlayamadım” diyormuş. Nihayet en sonunda:

Haaa şimdi anladım. Siz “geçici olarak işgal edilmiş olan küçük Asya’’dan bahsetmek istiyorsunuz, demiş.

Maalesef bir kısım Yunan kilisesi mensupları hâlâ bu kafadadırlar. Hattâ bu kilise için “Tanrı dan çok Hellenizm’e hizmet ediyor” desek mübalâğa etmiş olmayız.

21.11.1991