PerşembeBİRTAKIM önemli kişilerin kardeşleri, yeğenleri, damatları, yakınları, ortakları, canları ciğerleri yurt dışına muazzam miktarda dolar kaçırmaya başlamışlar. Madalyonun bir tarafında “Âsâyiş berkemaldir… Telaş edilecek bir şey yoktur… Her şey düzelecektir…” lafları; öbür tarafında büyük bir panik ve şaşkınlık var.

Vaktiyle parti başkanlığı yapmış, hukukçuluk tarafı olan, siyaset konusunda engin tecrübesi bulunan bir zat yakınlarına “Yurt dışına gitmenizi tavsiye ederim” diyormuş.

Ülke, tarihte emsali görülmemiş bir krizin fırtınaları içinde allak bullak vaziyette ama bazı küçük, muhteris, yüksek tepelere sürünerek çıkmış adamlar hâlâ iktidar olma hevesini bırakmadılar. 1450’de, şehrin Türkler tarafından alınmasından üç yıl önce Bizans’ta da böyle entrikalar vardı.

1958’de Fransa’da büyük bir buhran patlak vermiş, gemi her tarafından su almaya başlamıştı. Bereket versin ki, yedekte onların bir De Gaulle’ri vardı. Cumhurbaşkanı Coty feragat etmiş, De Gaulle bazı şartlar koşarak devletin ve ülkenin başına geçmeyi kabul etmişti. Referandum yapılmış, halk De Gaulle’ü istemiş, o da halktan aldığı bu güç ile köklü reformlar yaparak ülkeyi düze çıkartmış, Fransa’yı çok güçlü bir hale getirmişti. Fransız frangının ABD dolarına olan bağımlılığını kaldırmış, parayı altına ayarlamıştı.

Yazık ki, şu buhranlı ve karanlık günlerde ülkemizin bir De Gaulle’ü yoktur.

Cenab Şehabettin “Tiryaki Sözleri” adlı kitabında “Yüksek tepelerde hem kartala, hem yılana rastlanır. Biri uçarak, diğeri sürünerek yükselmiştir” demektedir.

Bulanık suları seven bazı harisler demokrasi dışı yollardan iktidara geçmek için fırsat kollamaktadır.

Kuş kadar aklı olan bir politikacı, bu duruma düşmüş bir ülkede iktidar olmayı istemez.

Bir ara Osmanlı devletinin işleri çok bozulmuştu. Devlet adamlarının çapları, güçleri, kapasiteleri çok yetersizdi. Venedik donanması Çanakkale boğazının önüne gelmiş, imparatorluğun nefes borusunu sıkmaya başlamıştı. Anarşi almış yürümüştü. Devleti perde ardından idare eden Valide Sultan sormuş soruşturmuş, ihtiyar vezir Köprülü Mehmed Paşa’nın başa geçirilmesinden başka çare olmadığını anlamıştı. Paşa saraya çağrılmış, mühr-i hümayun teklif edilmiş, fakat o kabul etmemişti. Birtakım şartları vardı. Geniş selahiyet istiyordu. En sonunda Saray paşanın şartlarını kabul etmiş, Köprülü tam selahiyetle iktidara geçmiş, çok köklü ve sert tedbirlerle devleti selamete çıkartmıştı.

Türkiye’yi kurtarması için ABD’den Kemal Derviş’i getirdiler. Kemal Derviş damarlarında çeşitli kanlar taşıyan çok kimlikli, çok boyutlu bir kimsedir. Hanımı bir Polonya Yahudisidir, iyi Çince bilir, sinoloji konusunda uzmandır. Derviş, bu çağda ve bu şartlar altında Türkiye’nin bir De Gaulle’ü veya Köprülü Mehmed Paşa’sı olabilir mi? Sanmıyorum.

Ülkemiz son yetmiş yılda vasıflı, güçlü, üstün, çağ seviyesinde adamlar ve bunlardan meydana gelen kadrolar yetiştiremedi. Bilgi, aksiyon, estetik konusunda güdük nesiller yetiştirdi. Bir memleketin en büyük sermayesi ve gücü insan ve beyin gücüdür. 1945’te Almanya ve Japonya İkinci Dünya Savaşı’ndan feci şekilde yenik çıktılar. Devletleri yıkılmış, ülkeleri harap olmuş, on milyonlarca insanları ölmüştü. Buna rağmen kısa zamanda toparlandılar. Çünkü insan ve beyin sermayeleri vardı. Bilgi vardı, ahlâk vardı, sanat vardı.

Bir memlekette milyonlarca kişinin okuma yazma bilmemesi önemli bir eksiklik ve zaaf değildir. Önemli olan ülkeye, millete, devlete hizmet edecek yeterli sayıda vasıflı, güçlü, üstün, çağ seviyesinde elemanın mevcut olmasıdır. Eğer böyle elemanlar yoksa veya sayıları azsa ülke ve devlet batmaya mahkumdur.

Bilgili, faziletli, ahlâklı, yüksek karakterli, vatansever, bilge kimseler hırsızlık, talan, yağma, hortumlama yapmazlar. Bir Amerikan üniversitesinde okumuş olmak adam olmak için yeterli değildir. Eğer devlet ve millet malını çalıyorsa, eğer haram yiyorsa, eğer gayr-i meşru işlere bulaşıyorsa üç Amerikan üniversitesinden diploması olsa yine beş para etmez.

Amerika üniversitelerinde okumuş olan, parlak diplomalara sahip bulunan bazı prenslerin şu yakın yıllarda ne haltlar karıştırmış olduklarını hepimiz biliyoruz. Hem bilgi, kültür, ihtisas sahibi olacak; hem de ahlâkı düzgün olacak.

1970’li yılların sonlarına doğru idi. O zamanki iktidar çok kötü işler yapıyordu. Babıali’de Sabah gazetesinde günlük fıkralar yazıyordum. İktidarı tenkit ederken bir yazımda şu cümleyi sarfetmiştim: “Bu iktidar her gün Yüce Divanlık bir sürü suç işlemektedir.” Hükümeti tahkir etmekten mahkemeye verildim, mahkum oldum ve hapse atıldım. Halbuki, daha sonra o iktidarın iki bakanı Yüce Divan’a verilmiş, yolsuzluk yaptıkları için mahkum olmuş, hapse atılmışlardı. Peki ben niçin hapis yatmıştım? Doğru söylediğim, uyardığım için mi?

Türkiye’de doğruları söylemek o kadar kolay bir iş değildir. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.

Cumhurbaşkanımız RTÜK Kanunu’nu veto etmemiş olsaydı, hiç bir şey yazılıp söylenemeyecekti.

Birtakım önemli, ünlü, güçlü kişiler gırtlaklarına kadar pisliğe batmış vaziyettedir.

Büyük medya, birtakım medya babaları çok karışık, çok kara, çok kirli, çok bulaşık işler içindedir. Bunlardan biri, yıllar boyunca Müslüman çoğunluğun dinine, mukaddesatına, din ve inanç hürriyetine saldırmış, sonunda ilahî bir silleye uğramıştır. Lakin büyük medya çarpık yapısıyla ayaktadır. Bugünkü kokuşma tufanında medyanın doğrudan doğruya büyük rolü vardır.

Halk şaşırmış vaziyettedir. Bizdeki yolsuzluklar, kötü işler sağlıklı bir Batı ülkesinde olsa yer yerinden oynar, milyonlarca şuurlu vatandaş yasal hudutlar içinde hak arardı. Halkımız sindirilmiştir, afyonlanmıştır, uyur gezer haline getirilmiştir. 20 Temmuz 2001