BİR NAKİL HATIRASI
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 30 Kasım 1991
Yıl 1984, aylardan Eylül. Sağmalcılar Hapishânesi’nin revirinde kalıyorum. Evvela Karantina, ona takiben 6’ncı Yabancılar Koğuşu’ndan sonra burası bana çok lüks görünmüştü. Gazinocular Kralı Fahreddin Aslan’la komşuyuz. Dilekçe vererek Şile Cezaevine naklimi talep etmiştim. Özel sevkle, yâni masraflarını kendim vererek bir araba tutacağım, yanıma jandarmaları koyacaklar ve beni oraya götüreceklerdi. Askerî idarece bu isteğim kabul edilmedi. Sevkim de Şile’ye değil, Gerede’ye çıktı. Mahkûm arabalarıyla topluca sevke dair öğrendiklerim beni dehşete düşürmüş (aşağıda anlatacağım), o zaman başbakan olan Turgut Özal’a uzun bir mektup göndererek (hapishâneden özel olarak dışarıya çıkartarak postalattım) durumu anlatmış, Şile Cezaevine özel sevkle gönderilmemi istemiştim.
Bir sabah çok erkenden uyandırılarak sevke hazır olmam istendi, itiraz etmek istedim nafile, “hastayım” demenin bir kıymeti yoktu. Çarnaçar giyindim, gardiyanlar nezaretinde sevk mahalline geldim. Yurdun çeşitli yerlerindeki zindanlara gönderilecek mahkumlar küme küme bekliyorlardı. Muameleler saat 6’dan 12’ye kadar sürdü. Üstümüzde ne varsa aldılar, saat, para, ilâç. Sadece elbiselerimiz, ayakkabılarımızla kaldık. Ellerimizi bileklerimizden zincirlerle kelepçelediler, zincirleri iyice sıktılar. Demirden kocaman bir tabuta benzeyen mahkûm arabasının tahta sıraları üzerine oturttular. Kelepçeler yefişmiyormuş gibi bir de hepimizi (25 kişiydik) sevk zinciri denilen kocaman bir zincirle müteselsilen bağladılar. Bizanslıların Haliç’e gerdikleri zincir gibi bir şeydi bu sanki…
Arabanın iç kapısını kilitlediler. Dış kapı ile aradaki bölmeye altı silahlı jandarma oturdu ve polis arabalannın refakatinde yola çıktık. Siren sesleri arasında yıldırım hızıyla gidiyordu tabutumuz.
Boğaz köprüsünden geçerken, aralıktan denize baktım. İstanbul her zamankinden daha güzeldi. Kocaeli vilayet hududunda polis arabaları değişti.
Su yok, ekmek yok, sigara içenler için sigara yok (ben bundan memnundum), hasta olan için ilâç yok. Sıkışan için tabii ihtiyacını görmek yok.
Kelepçelerimizin kilitlerinin anahtarlarını iki mühürlü zarflara kapatmışlardı. Öyle ya yolda jandarmalar acır da âdi ve zaruri ihtiyacı olan birinin kilidini açıverirlerse…
Ben en sonda oturduğum için sevk zincirinin boşta kalan kısmı elimde asılı kaldı, bu hayli yoruyordu insanı. Yanımda da, tesadüfe bakın Galatasaray mezunu birisi var. Suçu neydi hatırlamıyorum. Yarenlik ediyoruz. Yolda mahkumlardan biri sinir krizi geçirdi. Sirenler çalıyor, kırmızı boyalı demir sevk arabası bir gülle hızıyla gidiyor. Maazallah bir devrilse, içinden sağ çıkan olmaz.
Sabahleyin abdest almıştım. Acaba öğle namazını nasıl kılacağım? Kıble ne yöndedir ki?.. İftitah tekbiri için ellerimi nasıl kaldıracağım? Her neyse, Allah kabul etsin, o vaziyette kıldım.
İkindi geçti, hava serinlemeğe başladı, Gerede’ye yaklaşıyoruz. Çocukluğumda bu şehre gelmiştim. Yüksek bir tepede ağaçlar içinde bir veli kabri vardı, ziyaret etmiştik. Misafir kaldığımız evin duvarlarında tezekler kuruyordu. Hatırımda bunlar kalmış.
İstanbu-Ankara karayolu kenarındaki hapishâneye akşamüstü geldik. Arabadan indirildik, eşya torbalarımızı aldık, avluya dizildik. Mühürlü zarflar açıklı, anahtarlar çıkartıldı, kelepçelerin kilitleri çözüldü. Dostoyevski’nin “Ölüler Evinden Hatıralar” kitabındaki, cezası biten mahkûmun ayağındaki bukağı kalkalarının örs özerinde demirci tarafından parçalanması gibi bir şeydi bu. Bileklerimize kan oturmuş, ayaklarımız uyuşmuştu. Karnımız da iyice acıkmıştı.
Gerede Cezaevi küçük bir yerdi. Beni ufak bir koğuşa verdiler. Oda arkadaşlarımdan ikisi militan solcu. Görgülü çocuklardı, yaşıma ve şahsiyetime gereken saygıyı gösterdiklerini kaydetmeliyim. Bir de trafikten yatan mühendis Mehmet bey vardı. O dindardı, namaz kılıyordu. İleride yemekleri onunla pişirip yiyeceğiz.
Hayret! Gerede cezaevinde rüşvet yok. Başgardiyan İsmail bey, şehrin yerlisi ve çok efendi bir insan. Gardiyan Musa da dürüst ve vazifeperver bir memur, diğerleri de iyi. Başgardiyan yardımcısı Cemal’le bazı sürtüşmelerimiz oldu.
Gerede savcısı anlayışsız bir kişi. İstanbul’dan gelen ziyaretçilerimle, ziyaret gününde bile beni görüştürmediler. Neymiş soyadları tutmuyormuş. Sen ta İstanbul’dan otobüs’e bin Gerede’lere gel de görüşme. Rezalet! Reşadiye’den (Yeniçağa) Ekrem Hoca yanında bazı Müslümanlarla geldi, onunla idareten görüşebildik.
Gerede cezaevinde, İstanbul’dayken giydiğimiz mahkûm elbiselerini çıkartıp kendi elbiselerimizi giydik. Sağmalcılara göre burası daha az kötü. Yemeklerimizi de dışarıdan erzak ve malzeme getirtip kendimiz tüp gaz üzerinde pişiriyoruz.
Bir ara, Siyasal Bilgiler mezunu olduğumu duyan kaymakam hapishaneye geldi, kendisiyle görüşmüş olduk. Savcı beyin suratından düşen bin parça. Kaymakam dahil herkes elimi sıktı, savcı müstesnâ…
Gelir gelmez Şile’ye naklim için dilekçe verdim. Bakalım ne zaman cevap gelecek?
Balıkesir milletvekili ve Yağmur Yayınevi sahibi kadim dostum İsmail Dayı bey hapishaneye gelerek beni ziyaret etti. Turgut bey, Sağmalcılar’dan gönderdiğim mektubumu geç almış, yardımcı olamadığına üzülmüş beyan-ı itizar ediyormuş. Ba’de harabi’l-Basra…
Gerede cezaevinde bir ay kadar kaldım, bir sürü dilekçe, mektup, telgraf, ricanâme gönderip ab-ı rû döktükten sonra nihayet Şile’ye naklim çıktı. Mühendis Mehmet Bey de Gebze’ye nakl olunacak. Bir minibüs kiraladık, ben tehlikeli biri olduğum için yanımıza mutad olandan fazla ve bir de astsubay koydular. Vedalaştık, yine kelepçeli olarak minibüse bindirildik. Ama bu sefer üzerimizde mahkûm elbiseleri değil, kendi urbalarımız var. Yolda kelepçelerimiz çözüldü, bir lokantada herkese yemek ikram ettim. Gebze’den sonra, ara yollardan Şile’ye doğru yollandık. Geceleyin vardık. İlk gece gardiyan İsmail’in küçük odasında kaldım. Mahpusluk hayatımın sonuncu ve en uzun safhası bu hapishanede geçecekti ve Acı ve tatlı günleriyle…
Bu satırları yazmak niçin hatırıma geldi biliyor musunuz? Bugün (28 Kasım 1991 tarihli) gazetelerde, Eskişehir hapishanesinden nakl edilen mahkumlara sevk esnasında tavuk haşlaması, patates, peynir, tahin helvası, iki yumurta, zeytin, ekmek ve bir şişe (plastikten) su İkram edilmiş olduğunu okudum da ondan.
KISACA
30.11.1991