Şu herkesin bildiği ve tanıdığı modern şarkıcı

Tarkan

Adana’ya gitmiş, konser vermiş, şehrin müftülüğü bu münasebetle muhteşem

Sabancı Camiini

ışıklandırmış, bir aydınlık, bir şenlik olmuş ki sormayın.

Tarkan, cinsel tercihini hiç çekinmeden açıklayan çağdaş bir insandır. Nüfus hüviyet kartındaki

“Dini İslâm’dır”

yazısından başka İslâm diniyle, medeniyetiyle, kültürüyle bir alâkası olduğunu sanmıyorum.

Onun şarkıcılığının, sahnelerde vücudunu kıvıra kıvıra arz-ı endam etmesinin gerçek ve yüksek sanatla bir ilgisi var mıdır? Yoktur. Peki Adana Müftülüğü hangi gerekçe ile onun şehre gelmesinden dolayı en büyük camii ışıklandırmaktadır?

Müftülüğün bu yaptığı İslâm dinine, Şeriat-ı garra-i Ahmediyyeye uygun mudur?

Müftü, yaptığı açıklamada camiyi

sadece Tarkan için aydınlatmadığını

daha önce bir rockçu ile bir de futbolcu için ışıklandırmış olduğunu iftiharla ve cesaretle beyan etmiştir. Tarkan’ın ve benzerlerinin yaptığı iş İslâm Şeriatı, İslâm fıkhı, İslâm ahlâkı hükümlerine göre iyi bir iş midir, yoksa münker ve kötü bir iş midir? Bu sorumun cevabını Ankara’daki Diyanet İşleri Başkanlığı vermelidir.

Camiler kutsal ve ulvî mekânlardır. Süfliyatın üzerinde tutulmalıdır. Futbol, politika, rock müziği, şarkıcılık, türkücülük ile din ve cami bağdaşmaz.

Bir ara, 1960’lı yıllarda Batı dünyasında cemaatini kaybeden bazı kiliselerde caz müziği konserleri tertiplenmişti.

İslâm dünyası böyle laubalilikleri, hafiflikleri kaldırmaz.

Diyanet, Adana hadisesini örtbas etmemelidir.

Adana hadisesi hakkında müfettişler vazifelendirilmeli, tahkikat yapılmalıdır.

Din işleri, camiler kimsenin oyuncağı değildir. Adana’ya Türkiye’nin en büyük ve en faziletli din alimi veya bir maneviyat büyüğü gitmiş olsaydı müftülük o camiyi ışıklandıracak mıydı?

“Efendim bu hadisenin, o müftünün üzerine gidersek, derin şeytanların gazabını üzerimize çekmiş oluruz. Binaenaleyh susmamız uygun olur…”

gibi mülahazalar yersizdir. İslâm’ı ve Müslümanları temsil eden bir müessesenin başındaki kimseler öncelikle Allah’tan korkmakla mükelleftir.

Adana müftüsü popülist politikacılar gibi davranmıştır.

İleride politikaya atılmayı, milletvekili olmayı mı düşünmektedir?

Tarkan’ın şehre gelişi dolayısıyla büyük caminin ışıklandırılması hadisesi Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki derin krizin ve yozlaşmanın su üzerine çıkan pek küçük bir noktasıdır. Diyanet müessesesi ülkenin, halkın, devletin hizmetindedir. Bu hizmeti yaparken de İslâm dininin, İslâm fıkhının, İslâm ahlâkının hükümlerine uymaya mecburdur. Hiçbir müftünün, şehre bir şarkıcı, bir rockçu, bir futbolcu, bir sahne kadını geldi diye büyük camiyi aydınlatmaya, şenlik yapmaya hakkı ve selahiyeti yoktur. Bırakınız bir zamane müftüsünü, böyle bir şeyi bir mutlak müçtehid bile yapamaz, zaten yapmaz.

Tarkan için camiyi ışıklandıran müftülük İslâm dini ve Müslümanlar konusunda ne gibi hizmetler yapmıştır şimdiye kadar?

Halka ilmihal bilgilerini öğretmek için ne gibi faaliyetleri olmuştur? Adana’daki fakir halka yardım için ne gibi sosyal faaliyetlere öncülük etmiştir? Adana son yıllarda bir barut fıçısına dönmüş, saatli bir biyolojik bomba halini almıştır. Tarkancı müftülük bu konuda uzlaştırıcı, sosyal ve millî barışı güçlendirici ne gibi hizmet ve faaliyetler yapmıştır?

Büyük camilerin çevrelerinde ve külliyelerinde ne gibi ilmî, sanatla ilgili, kültürel faaliyetler yapılmıştır? Diyanet devlete bağlı, umum müdürlük seviyesinde resmî bir dairedir ama İslâm dinini temsil etmesi dolayısıyla haysiyetini ve bağımsızlığını mutlaka koruması gerekir.

Usûl- i fıkıh ilminin ölçülerine göre Türkiye’de kaç adet hakikî müftü kaldıysa onlara soruyorum:

Tarkan’ın şehre gelişi dolayısıyla Adana’nın en büyük, en ihtişamlı camiinin aydınlatılması, ışıklandırılması dinen doğru mudur?

Militan ve jakoben lâikler benim bu tenkit ve protestomu lâikliğe ve çağdaşlığa aykırı bir hareket olarak mı göreceklerdir?

Buna benzer müessif bir hadise bundan birkaç ay önce

İstanbul’da Eminönü ilçesindeki bir camide cereyan etmişti.

Hayırsever bir dostumun teşviki ile kubbesiz bir camiyi dekore ediyordum. Güzel bir renge boyatılan duvarlara âyet ve hadis levhaları astırtmıştım.

Bir gün oraya bir müftü gelmiş, levhaları görünce kan beynine sıçramış, herkesin içinde imam efendiye bağırmaya başlamış:

-Burası antikacı dükkanı mıdır?..

diye haykırmış, ayet ve hadis levhalarının bir kısmını duvardan indirtmiş.

Ne günlere kaldık ey Gazi Hünkâr…

Diyanet kendisine bir çeki düzen vermelidir.

Cuma günleri

merkezden gönderilen resmî hutbelerin dışında

konuşan hatipleri cezalandırmak, yerlerini değiştirmek gibi uygunsuz icraata artık bir son verilmelidir.

İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünden mezun, aynı zamanda büyük bir hattat olan muhterem bir hocaefendi, hizmet gördüğü caminin müştemilâtında bir hat ve tezhip okulu açmıştı. İslâm sanat ve kültürü ile alâkalı bu faydalı, müsbet çalışmaları takdirle karşılanıyordu. Yaptığı işin siyasetle, devlet veya rejim aleyhtarlığı ile hiçbir ilgisi yoktu. Bu hocaefendiye Diyanet ne yaptı biliyor musunuz?.. Kendisini âniden şehrin çok uzaktaki bir camiine nakletti. Olacak iş midir bu?

Diyanet teşkilâtı kasıtlı olarak, planlı ve programlı olarak yozlaştırılmaktadır.

Türkiye’de İslâm’ın yücelmesini, Müslümanların aydınlanmasını istemeyen dış ve iç güçler

Diyanet’i rejimin, derin devletin azat kabul etmez kölesi ve robotu

haline getirmek yolunda hayli ilerlemişlerdir.

1950’li yıllarda, hatta

27 Mayıs darbesinden sonraki yıllarda bile Diyanet bağımsızlığını bu derece yitirmemişti.

1960’da Diyanet’te mütercim olarak çalışıyordum. İhtilâl hükümeti dinde reform yapmak istiyor, bu münasebetle bazı kitapları yayınlatmak için baskı yapıyordu. Başta Diyanet reisi merhum Ömer Nasuhi Bilmen hoca olmak üzere Müşavere Heyeti üyeleri buna karşı ellerinden geldiği kadar direniyorlardı. Nihayet baskılar çok arttı ve Bilmen hoca istifasını verip ayrıldı. Lakin hatalı kitabın basılmasına asla imza koymadı.

60’lı yıllarda

İbrahim Elmalı da hükümete kafa tutmuş

, hayli direnmiştir.

Diyanet elbette aktif politika yapamaz

(zaten yapması da doğru olmaz)

elbette hükümete ve devlete açıkça kafa tutamaz ama mutlaka ve

mutlaka dinin ve ümmetin haysiyetini koruması gerekir.

Şu anda reformcular ve yenilikçiler Diyanet’i ele geçirmek için sinsice var güçleriyle çalışıyorlar. İslâm’da reform ve yeniliği kimler istiyor? Dış güçler, Papalık, Hıristiyan âlemi, Siyonistler, Sabataycılar, crypto-Yahudiler, ABD, AB, İsrail istiyor. İslâm Şeriatını ve fıkhını doğrudan doğruya yıkamayacaklarını bildikleri için bu işi reformcu ve yenilikçi taşeronlara yaptırmak istiyorlar.

Diyanet bu gibi menfi ve yıkıcı cereyanların dışında kalmalıdır.

Yakın tarihimizde yukarıdan gelen emir, talimat ve baskılarla Diyanet’e, hatâlarla dolu birkaç kitap yayınlattırılmıştır. Türkiye Müslümanları, ezici ekseriyet itibarıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaat itikadı ve fıkhına bağlıdır. Şiîlerin kendilerine mahsus, gayr-i resmî dinî teşkilâtı bulunmaktadır. Müslüman Türkiye halkı reformcu, yenilikçi değildir ki, Diyanet bu bozuk fırkaların revacı için çalışsın.

Adana’da Tarkan’ın şerefine aydınlatılan caminin bir gecelik elektrik parasıyla, faydalı ve değerli dinî bilgiler ihtiva eden bir broşür bastırılıp dağıtılabilirdi. Müftü efendi böyle bir şey düşünmekte midir? 16 Eylül 2003