Gerçekler bazen hayallerden öteye gidebiliyor. Zamanımızda, bundan 25-30 sene önce hayal bile edilemeyen nice akıl almaz hadise, vak’a cereyan etti. Sovyetler Birliği batacak devlet miydi? New York’taki İkizkuleler’in çökeceği bir gün önceden iddia edilmiş olsaydı inanan çıkar mıydı? Gerçekten şu dünyamızda aklın, havsalanın almayacağı işler oluyor.

Yahudi ve ateist avukat Laurent Lévy’nin 18 ve 16 yaşlarındaki kızları Lila ve Alma Müslüman oluyor, bir müddet sonra çarşafa giriyorlar, okul idaresi bu kıyafeti kabul etmiyor, bin türlü müzakere, münakaşa, tehdit, patırtı-gürültü ve sonunda fırtınalı bir disiplin kurulu toplantısından sonra kızlar okuldan atılıyor… Ateist Yahudi Lévy, çocuklarının hak ve hürriyetlerini sonuna kadar azimle savunuyor. Hatta okul idaresinin “kızların saçlarının bir kısmı görünsün, geri kalan kısmı enseden düğümlenen bir örtü ile kapatılsın, kulaklar ve gerdan açık kalsın…” teklifini Lila ve Alma, böyle bir örtünme İslâm dinine ve şeriatına uygun olmadığı için reddedince, Yahudi baba da “kızlarım haklıdır, inançları neyse onun gereklerine uyacaklardır…” diyerek onlardan yana çıkıyor. Fransa’da böyle şeyler olacağını eskiden düşünebilir miydik?

Taşlaşmış, betonlaşmış, statükolaşmış kafalara sesleniyorum: Gelecekte, hem de yakın bir gelecekte hem iyilikler hem de kötülükler konusunda akıl almaz olaylar olacaktır.

Çelik Gülersoy’un vefatından sonra bir müddet onun ekibinde çalışmış olan Mine Kırıkkanat, Radikal gazetesinde yayınlanan yazısında, Gülersoy’un kendisine “Mine hanım, İstanbul’u biz Türklere bırakmayacaklar…” dediğini beyan etmişti. Ne kadar akıl almaz bir kehanet değil mi? Maalesef biz Türkiyeliler genellikle yatakta uyuyoruz, ayakta uyuyoruz, yürürken ve konuşurken hep uyuyoruz. Mutaassıp Hıristiyanlar ve bilhassa militan misyonerler 550 seneden beri, İstanbul’un Müslümanların eline geçmesini bir türlü hazmedememişlerdir.
Konstantiniyye’nin fethi onların nazarında büyük bir talihsizlik, dehşetli bir gasp, kabul edilemez bir işgaldir… Onlar sabırlıdır, güçlü bir hafızaya sahiptirler, beklemesini bilirler. Endülüs’ten, aradan 700 yıl geçtikten sonra Müslümanları sürdüler çıkarttılar. Müslümanlar Kudüs’de 1000 yıl kadar hükümran olmuşlardı; Hilâl’in o hakimiyetine de son verdiler. İstanbul’u geri alamayacaklarını niçin düşünmesinler? Pekâlâ alabilirler.

Son bir yıldan beri ülkemizdeki misyoner faaliyetleri son derece yoğunlaşmıştır. Bir ara hükümet, emniyet bunları frenlemeye, kösteklemeye çalışıyordu, artık önlerinde hiçbir engel kalmamıştır. Misyoner faaliyetlerine karşı bu kadar toleranslı hareket edenler kimlerdir? Bırakınız şahıs veya tüzelkişi ismi vermeyi… Bunların kimler olduklarını aklı, fikri, vicdanı, iz’anı olan bütün uyanık vatandaşlar biliyor.

Misyonerler hakkındaki şu satırları yazarken, ülkemizde yaşayan Hıristiyan vatandaşlarımı üzmekten son derece çekiniyorum. Misyonerler ülkede sadece
Müslümanların kuyusunu kazmıyor, yerli Hıristiyanlara da felaket ve uğursuzluk getirecek entrikalar çeviriyor. 19. asrın ikinci yarısında, Müslümanlarla asırlardan beri barış, iyi komşuluk, yardımlaşma içinde yaşayan Ermenilere, emperyalistlere hizmet eden misyonerler çok büyük kötülükler etmişlerdir. Türkiye Ermenileri’nin menfaati Osmanlı Devleti’ni, Müslümanları desteklemekteydi. Bu devlet onların da devleti idi. Lakin misyonerler, bazı Ermenileri, devlete karşı kışkırttılar, terör hareketlerine yönelttiler ve sonunda bundan en büyük zararı Ermeniler gördü. Bütün Ermeniler misyonerlerin kötü propagandalarına inandılar ve kapıldılar mı? Hayır. Ancak misyoner tahrikleri yüzünden öyle büyük bir fitne, fesat, ihtişaş, ihtilal, nifak, şikak yangını çıktı ki, alevler kurunun yanında yaşı da yaktı, büyük facialar oldu.

Misyoner faaliyetleri ve dış tahrikler, Anadolu Hıristiyanları’na hiçbir zaman uğur, meymenet, iyilik, huzur, barış, rahatlık getirmemiştir. Tarih bunu gösteriyor.

Türkiye’de iki türlü Rum vardı: Türkçe konuşan Karaman Rumları ile Rumca konuşan Rumlar. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbul galip devletler tarafından işgal edilince, bir kısım akılsız Rumlar düşman kuvvetlerini kurtarıcı gibi karşıladılar, Beyoğlu’na ve Rumların yaşadığı diğer mahallelere kocaman Yunan bayrakları astılar. Yunan İzmir’e çıkınca yine Rumlar, taşkınlıklar, yanlış işler yaptılar; Metropolid Hrisostomos istilacı düşman güçlerini merasimle karşıladı ve takdis etti (kutsadı).

Türkiye Rumlarının menfaati, geleceği, varlığı Türk Devleti’ni desteklemelerini Müslüman vatandaşları ile barış içinde yaşamalarına bağlıydı. Onların büyük kısmı bunun tam tersini yaptılar. Netice ne oldu? 1924’te Lozan Andlaşması’nın mübadele maddesi mucibince Türkiye’den sürüldüler. Onlar yüzünden Yunanistan’daki zavallı Türkler ve Müslümanlar da buraya gönderildi. Bir yığın facia, yürekler parçalayıcı acı hadise…

Misyonerler Anadolu’yu ve Trakya’yı yeniden Hıristiyanlaştırmak istiyorlar. Onların bu arzu ve emelleri hususunda hiç kimsenin en ufak bir şüphesi olmasın. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi düşünülebilir mi? Çok zor. Büyük fitneler çıkacak, büyük acılar çekilecek; hatta Türkiye parçalanmak tehlike ve tehdidi ile karşı karşıya gelecektir. Misyonerlere tolerans gösteren bir takım sorumlular, “Müslümanlar Roma’da, Paris’te, Granada’da cami yapabiliyorlar da misyonerler Türkiye’de niçin kilise yapamasınlar, kendi dinleri için çalışamasınlar?” diyorlar.

Bu kafadaki kimselere şunu sormak gerekir:

Efendi!… Bu ülkenin Müslümanları din, inanç, inandığı gibi yaşamak, kendi bağımsız dini cemaat teşkilatını kurmak hususunda Batı standartlarında hak ve hürriyetlere sahip midir? Ben çocuğuma Kur’ân ve din bilgisi dersi verdiremeyeceğim ama misyonerler ülkemde cirit atacaklar, çocuklarımı teslis dinine çağıracaklar?.. Olur mu böyle şey? Misyonerlerin her biri kendi ülkelerinde faaliyet gösteren bir takım yasal derneklere, cemiyetlere, vakıflara bağlıdırlar. Bunların yüzmilyonlarca dolarlık bütçeleri vardır. Türkiye Müslümanlarının dini-İslâmî dernek kurma hakkı var mıdır? Sen bu ülke Müslümanlarına bağımsız cemaat olma hakkı tanımayacaksın, dini dernek kurma imkanını vermeyeceksin ve sonra misyonerlere “buyurun gönlünüzce, sereserpe Hıristiyanlık için çalışın diyeceksin…” Hayır hayır olmaz böyle şey. Misyonerlere gösterilen tolerans, Müslümanlara da gösterilmedikçe asla razı olmayız bu faaliyetlere.

ABD ve AB’deki bazı lobiler, mihraklar, güçler, merkezler Türkiye’deki bir takım adamları ve zümreleri, önlerine kemikler atmak, rantlar sağlamak, menfaat ve ikballerine destek vermek suretiyle kendi siyasetlerine alet etmektedirler. Yazdığım şu son cümle sıradan bir laf ve hüküm değildir. Lütfen tekrar okumanızı istirham ediyorum. Bazı zalimler, öldürecekleri adamlara önce bir çukur kazdırırlar, sonra onu oracıkta öldürüp cesedini çukura atarlarmış… Ne demek istediğimi anladınız mı?

Türkiye Müslümanları, sayı itibarıyle çok kalabalık olmalarına ve hayli maddi imkâna ve servete sahip bulunmalarına rağmen tepkisiz ve hafızasız bir şifahi toplum haline dönüştürüldükleri için misyoner faaliyetlerine karşı bir şeyler yapamıyorlar. “Misyonerler yoğun faaliyet gösteriyor… Misyonerler çok çalışıyor… Misyonerler kendilerine adam çekiyor…” gibi feryatlarla, ağlamalarla, şikayetlerle, tazallum edebiyatı ile hiçbir yere varamayız. Herkes iyi bilmelidir ki, misyoner faaliyetleri mâsumane, zararsız faaliyetler değildir. Türkiye’nin varlığı ile ilgili, geleceği ile ilgili, bağımsızlığı ile ilgili, bütünlüğüyle ilgili son derece vahim faaliyetlerdir. Hiçbir vatanseverin bunlar karşısında kayıtsız kalması, neme lazım demesi doğru olamaz.

Misyoner faaliyetleriyle mücadele edilirken elbette temel insan hakları ilkeleri çiğnenmeyecek ve yasal sınırların dışına çıkılmayacaktır. Misyonerler milyonlarca broşür mü dağıtıyor, bizim de halkımızı uyarmak, doğruları beyan etmek için onların yayınladıklarının on misli broşür dağıtmamız gerekir. Müslümanları kaz gibi yolarak, inek gibi sağarak para toplayan bir takım din baronları bu konuda niçin en ufak inilti çıkartmıyor? Herhangi bir faaliyet göstermiyor.

Kanunların ötesinde ma’şeri (toplumsal) şuur ve vicdan vardır. Kanunları çiğnememek şartıyla bu vicdan ve şuur harekete geçirilmelidir. Ramazan’da bazı şehirlerimizde bu konuda herhangi bir yasal hüküm olmamakla birlikte, oruç tutamayan vatandaşlar bile alenen nakz-ı siyam etmiyorlar; oruç tutan çoğunluğu üzmekten, kırmaktan çekiniyorlar. Bu kaçınma ve çekinme oradaki toplumsal vicdanın ve şuurun tesirinden ileri geliyor…

1950’li, 60’lı yıllarda Türkiye’nin nüfusu azdı ama halk arasında fevkalade bir dini ve milli şuur vardı. Şimdi nüfusumuz ikiye katlandı, zenginlik arttı, yetmiş küsur üniversite açıldı, her taraf okullarla doldu, köylere kadar elektrik götürüldü, milyonlarca otomobil var, her yer elektronik eşya ile doldu, en fakir vatandaşlar en lüks cep telefonları ile konuşuyor, lakin toplumsal hafıza, dini ve milli hassasiyet, tepki, şuur, vicdan, haksızlıklara ve bozukluklara karşı direniş kalmadı.

Misyoner faaliyetlerine göz yuman, ülkemizin her tarafında büyük sayıda kilisesi ve davet merkezi açılmasına izin veren politikacılar ve idareciler, anlayacakları lisan ile uyarılmalıdır. Müslümanlar, İslâm’ın emr-i maruf ve nehy-i münker (iyiliği desteklemek, kötülüğü kösteklemek) emrini yerine getirmezlerse felaketlerden felaket beğensinler, başlarına gelecek afet, azab ve belalara hazır olsunlar. “Bir şey olmaz, bir şey olmaz… Fazla telaşa lüzum yok…” Belki bir takım Endülüs Müslümanları da vaktiyle böyle demişlerdi… 20 Ocak 2004