Cumartesi

Bundan on sene kadar önce Divanyolu caddesinde yürürken sakallı, sarıklı, cübbeli bir şiî hoca görmüştüm. Kıyafeti, şekli ve şemaili güzeldi. Yanından geçerken selâm verdim, selâmıma karşılık verdi. Ayak üstü biraz konuştuk. Ona hangi ülkeden olduğunu sordum, “Lübnanlıyım”dedi. “Hangi cemaattensiniz?” diye ikinci bir soru yönelttim; bundan pek memnun kalmadı, “Biz hepimiz Müslümanız” dedi.

Lübnanlı şiî hoca doğru söylemişti.

Türkiye Müslümanlarının bazısı mensup oldukları tarikati, cemaati, grubu, fraksiyonu, sorulmadan söylüyorlar.

Karşılaştığım Müslümanlara bazen soruyorum:

– Nerelisiniz, kimsiniz?.. Şöyle cevaplar veriyorlar:

– Almanya’da yaşıyoruz. Biz (……) cemaati mensubuyuz…

Sorulmadan cemaat ve tarikat ismi vermek doğru değildir. Biz oradaki Müslümanlardanız demek yeterlidir. Hattâ, yukarıda bahs ettiğim şiî hoca, sorulduğu halde gizlemiştir.

Biz Müslümanların birinci, asıl, temel kimliği mü’min, Müslüman, muvahhid olmaktır. Şu veya bu tarikata, cemaate, hizbe, gruba mensup olmak değil.

Tarikat ve cemaat bir nasip meselesidir. Bunlar ana kimlik kaynağı olamaz.

Farz edelim beş Müslüman bir araya geldiler, sohbet ediyorlar. Bunlardan biri Nakşibendî tarikatı mensubu, biri Risale-i Nur talebesi, üçüncüsü Rufaî, dördüncüsü Fethullah hocaefendi bağlısı, beşincisi tarikat veya cemaat bağı olmayan bir Müslüman… Şimdi bunlar kendilerini Nakşî, Nurcu, Rufaî, Fethullahçı olarak tanıtırlarsa aralarında sıkı bir ülfet, ünsiyet, muhabbet olmaz. Halbuki hepsi de Müslümandır ve “Biz Müslümanız” diyerek birbirleriyle konuşmalıdır.

Fethullah hocaefendinin, “Fethullahçı” tabirinden hiç hoşlanmadığını ve “Fethullahçı diyenlere hakkımı helâl etmiyorum” dediğini biliyorum. Lâkin maalesef bazı olgunlaşmamış taraftarlar, lisan ile söylemeseler bile “Fethullahçılık” yapıyor.

Bir Müslüman için önemli olan şu veya bu tarikata, şu veya bu cemaate mensup olmak değil; Allah’ın ve Elçisinin rızalarına uygun gerçek İslâm’a mensup olmaktır. Bu gerçek, aslına uygun İslâm’ın özellikleri nelerdir:

1. Kur’ân’a uygunluktur.

2. Peygamberin (Salat ve selam olsun O’na) Sünnetine, itikadına, davranışlarına ve zihniyetine uygunluktur.

3. Ashaba ve Ehl-i Beyt’e uygunluktur.

4. Selef-i Sâlihîn efendilerimizin yaşadığı, öğrettiği İslâm’a uygunluktur.

5. Başlangıçtan bugüne kadar gelip geçmiş ‘âmil âlimlerin, kâmil mürşidlerin, ilimleriyle ve halleriyle sergiledikleri İslâm’a uygunluktur.

İslâm dünyasında iki türlü ihtilâf (çeşitlilik) olagelmiştir.

Birincisi: Müsbet, yapıcı çeşitliliktir. Dört fıkıh mezhebi, Şeriata sımsıkı bağlı tasavvuf tarikatları, meşrû daire içindeki meşrebler…

İkincisi: Menfi, yıkıcı, bozuk çeşitlilikler: Şeriata uymayan tarikatlar ve cereyanlar, bid’at fıkıhları, itikad bozuklukları, Kur’ân’a ve Sünnet’e aykırı tarafları olan bir takım cemaatler…

Bir Müslümanın dikkat etmesi gereken ilk husus, tashih-i itikad meselesidir, yâni inanca ait bilgilerinin doğru olmasıdır.Nice cahiller namaz kıldıkları, oruç tuttukları, bizMüslümanız dedikleri halde, vahim itikad (inanç) hatâları yapıyor. Birkaç örnek vereyim:

1. “İslâm’da, Kur’ân’da, Sünnette, Şeriatta tesettür diye bir farz yoktur” diyenler bu zümredendir. Tesettür Kitab, Sünnet ve icmâ-i ümmet ile sâbit bir farzdır. Münkiri dinden çıkar.

2. “İslâm’da reform ve yenilik gereklidir. Kur’ân’ın üç yüz küsur ayetinin hükmü kalmamıştır…” diyenler de böyledir.

3. “Bizim şeyhimiz, hocaefendimiz, din büyüğümüz hiç hatâ etmez, hiç yanlış yapmaz, o lâ-yuhtîdir…” diyen aşırılar da bu zümreye dahildir. Yüce İslâm dinine göre, Peygamberlerden başka hiçbir kimse ismet (günah işlememek) sıfatıyla sıfatlı değildir. En büyük insanlar bile yanılabilir, hatâ edebilir.

4. Yine kendi şeyhlerini, hocaefendilerini, üstad ve büyüklerini “Erbab(Rabler) haline getirenler de vahim bir itikad bozukluğu içindedirler.

5. Zamanımızda bazı sapık ve azgınlar, devlet malını çalmak, haram yemek, gayr-i meşru kazançlarla zenginleşmek için “Bu devir bozuktur, binaenaleyh böyle bir devirde bozukluk yapmak caizdir…” şeklinde şeytanî fetvalara göre hareket edip bir yığın yamukluk ve haydutluk etmektedir. Bunlar da bu fetva ve inançlarıyla meşru ve sahih itikad dairesi dışına sarkmışlardır. Âkıbetlerinden korkulur.

6. Bazı sersemler, “Müslümana her şeyin en iyisi, en birincisi lazımdır…” diyerek lükse, israfa, harama, aşırı tüketime, gösterişe, kibre, gurura sapmaktadır. Bu da bozuk bir fikir ve itikaddır. Dinimiz israfı kesin şekilde haram kılmıştır. Müslümana layık olan, her şeyin en lüksü ve en pahalısı değil; orta, kanaatli, mütevâzı, ölçülü, israfsız bir hayat sürmektir. Lüks meskenlerin, lüks binitlerin, lüks yazlıkların, lüks elbiselerin, lüks yemeklerin kendilerine itibar ve şeref kazandıracağını sananlar beyinsiz mahlûklardır.

Biz ille de bir şahsa veya zümreye bağlılığımızı ilân etmek istiyorsak, “Muhammedîyim…” demeliyiz. Muhammedîliğimiz de lâfta kalmamalı; hayatımıza, evimize, ticaretimize, işimize, hal ü harekâtımıza, soframıza, dekorasyonumuza, kılık kıyafetimize, kafamızın içine, zihniyetimize, ahlâk ve karakterimize aksetmelidir.

Biz Resûl-i Kibriya gibi elbette olamayız. O insanların en büyüğü, Âdemoğullarının Seyyidi idi. Ancak elimizden geldiği kadar, takatimiz nisbetinde O’na uymalıyız, O’nu takip ve taklid etmeliyiz, O’nun getirdiği Kitaba, Şeriata uymalıyız, O’nun Sünnetine yapışmalıyız.

Şuculuk, buculuk, oculukları bırakalım da; iyi, vasıflı, gerçek, olgun, şuurlu, vicdanlı örnek Müslümanlar olmaya çalışalım. 10 Ekim 2004