Çarşamba

 

Müslüman erkekler için beş vakit namazın farzlarını cemaatle kılmak; kadınlar için dışarıda tesettür kıyafetiyle gezmek hürriyet, haysiyet ve izzet alametidir.

Fıkıh kitaplarımızda “mukîm ve hür erkekler salavat-ı hamse”yi (beş vakit namazı) cemaatle kılmalıdır” hükmü yer almaktadır. Mukîm, misafir olmayan hür, köle olmayan demektir.

Şer’î bir özrü olmadığı halde cemaati terk eden bir Müslüman farkında olmaksızın hürriyetini de terk etmiş olur, köleleşir, köleleştirilir de haberi olmaz.

Cemaat sadece hürriyet demek değildir; İzzet, haysiyet, tevfikat-ı ilahiyeye mazhariyet (Allah’ın başarı vermesine nâil olmak), güç, vasıf cemaatle elde edilir.

Vakit namazlarında camilere bakıyorum, genellikle yaşlılar, emekliler, esnaf, fakirler, fazla okumamışlar, halkın alt tabakasından Müslümanlar geliyor. Yüksek tabaka mensubu, şık elbiseli, kravatlı, saçları güzel taranmış, cüzdanı şişkin, ensesi kalın, diplomalı, makamlı, mevkili, kalantor, kerli ferli Müslümanları göremiyorum. Demek ki, paraları, lüks elbiseleri, yüz milyar liralık otomobilleri, bahçe içinde köşkleri, trilyonları var ama, kendilerini camiye ve cemaate götürecek kadar akılları yok fukaraların…

Müslümanlar zillet ve esaret altında yaşamalarının sebeplerini aramalıdır. Bence bu sebepler şunlardır:

– Kur’an’a iman etlik diyoruz, o ilahi düsturun ahkâmıyla (hükümleriyle, emir ve yasaklarıyla) amel etmiyoruz.

– Resulullah’a iman ettik diyoruz, onun Sünnetine uymuyoruz, onun ahlâkıyla ahlâklanmıyoruz, onun öğütlerini tutmuyoruz, onun yolundan gitmiyoruz.

– İslâm dinindeniz diyoruz, İslâm ahlâk sistemine zıt nice kötü, yamuk, çirkin işler yapıyoruz.

– İslâm birliği, beraberliği emrediyor, “Allah’ın ipine (dinine) hepiniz toptan sımsıkı bağlanınız” diyor, bizse tefrika içindeyiz. Birbirimizle çekişip tepişiyoruz, fitne ve fesat çıkartıyoruz; hizipçilik, fırkacılık, cemaatçilik militanlığı, fanatizmi, asabiyeti yapıyoruz.

– Dinin direği olan namaza önem vermiyoruz, namaz konusunda emr bil maruf ve nehy ani’l münker yapmıyoruz.

– Allah ile olan muamelelerimizde ihlâsı, yaratıklar ile olan muamelelerimizde adaleti göz önünde tutmuyoruz.

– Para bir vasıta ve alet iken, nicemiz onu bir değer, hem de baş değer ve amaç haline getirmiş. Para bazılarımızın katında din gibi olmuş, ‘”Dini imanı para…” denilen uğursuzlar var aramızda.

– Allah ve Peygamber bize helalinden kazanmayı, haramdan ve şüpheli kazançlardan uzak durmayı kesin şekilde emretmiş, biz haram helal ayırımı yapmadan kazanç, zenginlik, lüks, konfor, gösteriş, aşırı tüketim peşinde koşuyoruz.

– Evrensel ilahi bilgelik bize “Senin en büyük düşmanın nefsindir, onunla mücadele et, onu yen, onu dizginle, onu kontrol et…” buyuruyor. Biz ise, yularımızı nefs-i emmâremizin eline vermişiz, doludizgin ateşe ve helâka doğru koşuyoruz.

– Allah-u Teâlâ Kur’ân-ı Mübinde “Allah’a, Resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz” buyuruyor. Peygamberi Zişan Aleyhisselatü vesselam “Yaşadığı zamandaki imama biat etmeden ölen kimse sanki cahiliyye ölümü ile ölmüş olur…” buyuruyor. Biz imamsız ve biatsız yaşıyoruz ve hiç umurumuzda değil.

Kendimizi aldatmak için bir sürü bahane uydurmuşuz, “Bizi bu hale dinsizler, kafirler, İslâm düşmanları, şunlar bunlar getirdi.” edebiyatını yapıp duruyoruz. Kendimizde kusur, günah, noksan, hata görmüyoruz. Bütün kabahat karşıtlarımızda, bu kafayla selamet sahiline ulaşmak ne mümkün…

Doğrular, yapılması gerekenler, kaçınılacak şeyler Müslümanlara güzel bir lisan ve üslupla, devamlı olarak söylense, anlatılsa, onların büyük bir kısmı kendilerini ıslah edecektir. Lakin, ne yazıktır ki, bu tebliğ, uyarı, özeleştiri hizmetleri de yapılmıyor. işte Ramazan da sona erdi, mübarek ay boyunca dolup dolup boşalan Sultanahmet Camii (yakınında oturuyorum) bayramdan sonra boşaldı, vakit namazlarında bir saf cemat bile olmuyor. Halk, gençlik, esnaf aydınlatılmış, uyarılmış olsaydı elbette bir düzelme görülürdü.

Türkiye şifahî bir toplum… Bu şifahî toplumun en şifahîleri de maalesef Müslümanlar. Ramazanda iftar çadırları, iftar ziyafetleri için trilyonlar ve trilyonlar harcandı. Beş yıldızlı otellerdeki lüks iftarları tasvip etmiyorum ama fakir fukaraya çadırlarda yemek verilmesini memnuniyetle karşılıyorum. Ancak, iftarlar için bunca masraf yapılırken; Müslümanlar niçin halkı müjdelemek, uyarmak, korkutmak, kurtuluşa davet etmek, dinin emir yasak ve öğütlerini hatırlatmak, Müslümanlara günlük hayatta çareler ve çözümler sunmak, iyiliği desteklemek, kötülüğü kösteklemek gibi hususlarda faydalı ve kaliteli broşürler bastırarak dağıtmadılar? Misyonerler ülkemizde her yıl milyonlarca broşür dağıtıyor da Müslümanlar niçin dağıtamıyor? Demek ki, misyonerler yazılı-medenî kültür ve zihniyete sahip; Müslümanlar ise şifahî-bedevî kültürlü…

Her sabah bizim için yeni bir başlangıçtır.

Her sabah bir yol ayrımındayız.

Yolun birinde Mevla’ya gider yazılı, diğerinde belaya gider… Birinde izzete ve şerefe gider yazılı, diğerinde zillete ve esarete…

Acaba biz hangi yolu seçiyoruz.

Bir Müslüman toplumun kurtulması, hürleşmesi, selamet bulması için onda kurtuluşa istidat (yatkınlık) olması gerekir.

Aklımız fikrimiz parada, menfaatte, gelip geçici dünya tantanalarında. Bir vakıf veya dernek gazetelere şöyle bir ilan verse: “Filan gün, sabah namazını filan camide kılan herkese yirmi beşer milyon lira dağıtılacaktır…” Acaba ne olur dersiniz? Cami dolar taşar, izdihamdan ezilenler olur, camlar çerçeveler kırılır, bir hayhuydur gider. Dünya rantlarına düşkün olduğumuz kadar, ebedî kazanç ve iltifatlara yönelik olsak bu halde mi olurduk?

Diyarbakır’da zenginin biri, fabrikasının önünde fakirlere ikişer milyon lira zekat dağıtmış. Binlerce insan gelmiş, saatlerce itişme ve kakışma içinde beklemişler, birbirlerini çiğnemişler, ağlamalar ve feryatlar olmuş…

Müslüman, yararına ve zararına olan şeyleri iyi bilen kimsedir. Biz yararımıza ve zararımıza olan şeylerin farkında mıyız? 04 Aralık 2003