Perşembe

 

Bir ülkede siyasî sistem ile halk ve millî kültür arasında paralellik ve uyum yoksa; aksine bunlar birçok önemli ve hayatî konuda birbirine ters düşüyorsa; orada denge, iç barış, dirlik ve düzen, sağlıklı bir yapı yok demektir. Bizde siyasî sistem ile halk uyum içinde midir?

Birkaç konuyu ele alalım:

(1)

Başörtüsü krizi.

Yıllardan beri bu mevzuda ülkemizde anlaşmazlık, huzursuzluk, adaletsizlik hüküm sürüyor.

Halkın büyük çoğunluğu başörtüsünün üniversitelerde ve kamu alanında serbest bırakılmasını istiyor. Bu istek insan haklarına, medenî ülkelerin uygulamalarına, adalete, demokrasiye, hukuka uygundur.

Başörtüsü konusunda yasaklar koyan zihniyetin elinde hiçbir meşru gerekçe yoktur. Lâkin bu konuda halk çoğunluğunun istediği olmuyor; diretme, dayatma sürüp gidiyor. Niçin? Çünkü siyasi irade (seçimle başa geleni kasd etmiyorum) halkın demokratik ve haklı isteklerine boyun eğmiyor.

(2)

Din hürriyeti meselesi:

Din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti insanların en temel hakkıdır. Bizde siyasî sistem ile halk arasında bu konuda da paralellik, anlayış, mutabakat, uyum yoktur. Türkiye’nin Müslüman halkından birtakım temel haklar esirgenmektedir. Gerekçeleri nedir?

İrtica veya gericilik tehdit ve tehlikesi…

Ne kadar boş, hayalî, temelsiz bir kuruntu… Niçin bizim memleketimizde İngiltere’de, Kanada’da, Almanya veya Avusturya’da olduğu kadar din, inanç ve ibadet hürriyeti yoktur? Çünkü

yüksek, derin, gizli siyasî sistem buna razı değildir.

(3)

Tarikatler meselesi:

İnsanların temel haklarından biri de dernek kurmak hürriyetidir. Türkiye’de her konuda dernek kurulabiliyor ama

dinî dernek ve tarikat kurmak

yasaktır. Niçin? Bu konuda da yasakçıların ipe sapa gelir gerekçeleri bulunmamaktadır.

Atatürk’ün 1935’te kapattırdığı Mason locaları 1947’den beri serbest, fakat İslâm tarikatları hususundaki yasak ve tabular titizlikle sürdürülüyor.

(4)

Eğitim hürriyeti:

Bizde eğitim ve öğretim belli bir ideolojinin hizmetindedir. Çoğunluğu teşkil eden Müslüman vatandaşların

özel okullar

açarak kendi dinlerine ve kimliklerine uygun bir eğitim verme hakları tanınmamıştır.

Lâikliği bahane ediyorlar. Fransa lâik bir sisteme sahiptir ama orada Katolik liseleri vardır.

Biz lâikliği kendimiz çıkartmadık, Fransa’dan aldık, peki

Türkiye’de niçin İslâm liseleri kurma hakkı ve hürriyeti yoktur?

Konuları çoğaltabiliriz, bu kadarla yetiniyorum.

Okullarda ve üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılıp bırakılmaması konusunda bir halkoylaması yapılsa, netice ne çıkar! Hiç tereddüt etmeden, başörtüsünün serbest olması neticesi çıkacağını söyleyebiliriz. Çünkü ülkemizdeki başaçık hanımlar bile hürriyetçi ve demokratik bir zihniyete sahiptir. Şimdiye kadar yapılan anketler benim şu yazdıklarımı doğrular vaziyettedir.

İsviçre’de, Norveç’te başörtüsü konusunda bir ihtilâf ve terüddüt olsa, krizi çözmek için en kısa zamanda

halkoylamasına

başvururlar.

Bizde başvurulmaz. Çünkü yasaklar, diretmeler, tabular, öcüler hüküm sürmektedir.

Ünlü Amerikalı düşünür

Noam Chomsky

ABD’nin Irak savaşı politikasını tenkit ederken şöyle söylüyor: Ülkedeki halkın % 70’i bu savaşa karşı iken, Bush iktidarı savaşı yaygınlaştırmaya ve büyültmeye çalışıyor. Şayet idareciler halkın iradesini, isteklerini hiçe sayıyorlarsa demokrasinin ne kıymeti kalır?
(alterinfo.net/Les-USA-et-Israel,-les-vrais-etats-rates)

Demokratik olduğunu iddia eden bir siyasî sistemin ülkedeki halkın iradesini, kamuoyunu hesaba katması gerekir. Bunları saymıyorsa, bunları çiğniyorsa o sistem kesinlikle demokratik değildir; demokratik gibi görünen totaliter ve baskıcı bir sistemdir.

Bazıları itiraz sadedinde

“Halkın her isteği yapılamaz”

diyeceklerdir. Bizim burada bahis konusu ettiğimiz şeyler

halkın meşru, haklı, doğru istekleridir. Adalete, insafa, insan haklarına, millî kimlik ve kültüre uygun istekleridir.

Türkiye halkının çoğunluğu, yakın tarihteki bütün sersemletme, uyutma, afyonlama, şaşırtma, aldatma ve yabancılaştırma çabalarına rağmen sağduyuludur.

Halkı hor gören, bu milletin her istediğine izin verilemez diyen zorba zihniyetlere soruyoruz:

Dünyanın hangi demokratik, hukuklu, insan haklarına saygılı ve bağlı siyasî sisteminde bizdeki gibi halka rağmen yasaklar, zorlamalar, diretmeler, tabular bulunmaktadır? Bir tek örnek verebilirler mi?

Peygamber Nasihati

Peygamberimizin ölümüne birkaç gün kalmıştır. Dayanılmaz acılar içinde, kıvrandığı zamanlar olmaktadır. Bazen acının şiddetinden bayılmaktadır. Ayıldığı anlardan birinde Müslümanlara nasihatler etmiştir. Bu nasihatlerin ilk maddesi:

“Aman kölelerinize iyi bakın, aman onlara iyi muamele edin..?”

olmuştur.

O zamanlar dünyada kölelik vardı. 19’uncu asırda kaldırıldı ama yine de

“gizli kölelik”

mevcuttur. Peygamberin bu nasihatini bütün çalıştırılanlara, işçilere teşmil edebiliriz (genişletip yayabiliriz).

Dişli büyük bürokratlar, kodaman gazeteciler elbette köle sayılmaz. Lâkin küçük fakir işçiler, çıraklar, asgarî ücretle çalışanlar modern toplumun bir tür köleleri değil midir? Çırak öğle tatilinde bir lokma peynir ve biraz ekmekle karnını doyururken patronun veya ustanın sesi çınlıyor:

– Câfer, koş köşedeki kebapçıdan bana yoğurtlu iskender kebabı getir. Bir buçuk porsiyon olsun, tereyağı da üzerine bolca dökülsün…

Böyle Müslüman patron veya usta olmaz. Sen ne yiyorsan, emrinde çalışanlara da aynı şeyi yedireceksin.

“Herkese iskender kebabı yedirmeye müessesenin bütçesi elvermez…”

O halde hep birlikte peynir ekmek yeyiniz.

Bendeniz iyi bir Müslüman ve iyi bir insan olmadığım halde, 1960’lı yılların sonuna doğru günlük BUGÜN gazetesini çıkartırken, Ramazan aylarında dışarıya iftar açmaya çıkmaz; bol pide, peynir, helva, zeytin getirtir, mürettiphanede (o zaman tipo tekniğiyle gazete sayfalarının kurşun harflerle hazırlandığı bölümde) işçilerimle birlikte oruç açardım. Tabiî yanında çay…

İslâm ahlâkında, hizmetindeki kimseye yediğinden yedirmek, sen nasıl giyiniyorsan onu da öyle giyindirmek vardır. Giyim kuşam hususunda benim için fazla bir problem ve külfet yoktur. Çünkü çok ucuza giyinirim. Ucuz demek kalitesiz mânâsına gelmez. Geçenlerde ucuza aldığım bir kıyafetle gittiğim yerde “Bugün çok şıksınız” iltifatına nâil olmuştum… Lama (Güney Amerika’da yaşayan devegillerden bir hayvan) tüyünden yapılmış paltomun birkaç yerini güve yemiş, yenisini alacağım. Lama tüyü paltolar lüks mağazalarda satılmaz. Sadece birkaç adet Tahtakale’de bulunur. Böyle bir paltoyu sanırım 100 YTL’ye alabilirim. Avrupa mağazalarının vitrinlerinde bin eurodan aşağı satılmıyormuş.

Problem şudur: Bizim bazılarımız gidip de Tahtakale’den giyim eşyası alamazlar. Niçin? Oralara giderlerse incileri yere dökülür kaybolur. Ya biri onları Tahtakale’de görürse?

60 yıl önce Taksim sinemasında bir Arap filmi seyretmiştim. Şarkıları

Sadettin Kaynak’

tandı… Adamın biri bir yerde memur, patron kızıyor, işinden atıyor. Durumu karısına söylemeye korkuyor. Yeni işi bir kumaş mağazasında tezgâhtarlıktır. Mahallesindeki hain karılar bunu öğreniyorlar. Adamın karısını yanlarına alıp o kumaşçı mağazasına götürüyorlar. Kadın kocasını tezgâhtar olarak görünce şok geçiriyor.

-A… Rıfkı sen burada mı çalışıyorsun? Koca perişan…

-Karıcığım sana her şeyi anlatacağım…

Melodram, gözyaşları…

Böyle filmleri Fatih tarafından gelen siyah mantolu, çene altından bağlanmış siyah başörtülü muhafazakâr kadınlar seyr ederler ve bazen çok ağlarlardı. Şimdi böyle filmler oynamıyor, başka filmler, başka komediler, dramlar oynanıyor. Ha, lüks mağazalardan pahalı avuç dolusu para vererek gösterişli giysiler alanlara bir sorum var:

-Sizin içinizi ısıtan, size yaşamak sevinci ve kıvancı veren bu pahalı şeylerin markalarını niçin yakalarınıza, görünen yerlerinize diktirmiyorsunuz?.. 09 Şubat 2007