Bize ne oldu?
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Ocak 2019
Cumartesi
Birtakım Müslümanların işleri hoparlöre kalmış. Elli seneden beri ülke çapında bir hoparlör cinneti veya histerisi yaşıyoruz. Geçen gün bir tek şerefeye 10 hoparlör yerleştirilmiş olduğundan bahs etmiştim. Bir yerde de bir caminin dış duvarına iki hoparlör konmuş olduğunu gördüm. Birkaç gün önce ikindi namazını kılmak üzere bir camiye girdim. Küçük bir mâbetti, sanırım üç saf vardı. Bermutad (herzaman olduğu gibi) imam efendi yakasına portatif bir mikrofon takarak namaz kıldırdı.
Eskiden camilerde kamet getirildikten sonra
meâlinde bir uyarı yapılırdı. Şimdi onun yerine
duası yapılıyor. Herkes bu duaya icabet ediyor mu? Maalesef yine unutan oluyor ve cemaatin huzuru kaçıyor.
-Be adam şu mereti kapatsana!..
Kapatır mı hiç… Cep telefonsuz nasıl yaşar o…
Taşra camilerini bilmem ama İstanbul’un binlerce camii klima cihazları ile dolduruldu. Ya Rabbi, ne çirkin, ne iğrenç âletler… Bunların görünmemesi lazım. Önlerine, etraflarına kafes yapılması gerek.
Geçen gün akşam namazını Sultanahmed Camii’nde kıldım. Safı tamamlamak için minberin sağında yer aldım. Duvarda tam karşımda âdi mi âdi, berbat mı berbat, zevksiz mi zevksiz kocaman, etrafı nikelajlı bir işporta saati yer alıyordu.Mercan taraflarında böyle saatler bilemediniz 20 liraya satılıyor. Sultanahmed gibi ulu bir mâbede böyle çirkin, böyle değersiz, böyle zevksiz, böyle âdi bir şey nasıl asılabilir?
Harunurreşid, Frank imparatoru Şarlman’a bir elçi heyeti göndermiş, hediyeler içinde bir çalar saat varmış, Şarlman’ın etrafındaki yüksek papazlar, devlet erkânı bu tıkır tıkır çalışan, arada bir çan çalan saati görünce küçük dillerini yutacak derecede şaşmışlar. Acaba içinde şeytan mı var bunun?
Camiye ille de saat konulacaksa uzmanlardan, dekoratörlerden, sanat erbabından fikir alınması gerekir. Şimdi Çin’den, eski antika saatlere benzer elektrikli saatler geliyor. Caminin mimarîsine, iç tezyinatına uygun (veya fazla ters düşmeyecek) böyle bir saat alınır ve neresi münasipse oraya asılır. Biz maalesef bunu bile beceremiyoruz.
Geçen sene bir camide cuma hutbesi dinlemiştim. On dakikalık hutbede belki 100, belki daha fazla okuma hatâsı yapıldı. Meselâ “akraba” kelimesi okunurken “râ’ hecesi uzun okundu. İstanbul’da nasıl olur da bir cuma hutbesinde böyle bir lisan hatâsı yapılabilir?
Heyecanlanmak, mânevî bir haz ve lezzet almak, ilâhî müjdeleri ve uyarıları dinlemek için bir yere gitmek istiyorum. Maalesef böyle bir yer bulamıyorum. Olduğunu iddia eden varsa, yanıma bilirkişi olarak üç edebiyat profesörü alayım, bir de noter kâtibi, kararı onlar versin.
Çocukluğumda çok değerli hatipler, vâizler, mesnevîhânlar mevcuttu. Onbeş ciltlik bir Mesnevî şerhi yazmış olan Tâhirü’l-Mevlevî (Tahir Olgun) merhum büyük camilerden birinde Mesnevî okuturdu. Ecdadımız camilerde Mesnevî okunması için vakıflar yapmışlar ama şimdi ne o vakıflar kalmış, ne de mesnevîhânlar.
Müslüman bir toplum, âhirete göçen büyük hocalarının ve şeyhlerinin yerlerini dolduramıyorsa yıkılmaya mahkûmdur.
İslâm dini sohbet üzerine kuruludur. Camilerde, başka yerlerde çok güzel konuşan büyük âlimler, ârifler, hocaefendiler kendilerini dinleyenleri isyandan taate, gafletten uyanıklığa, fısktan salaha, şerden hayra, dünya hırslarından âhiret endişesine, noksanlıktan kemâle çekerler.
Vasıflı adam yetiştirilmezse âletler ve cihazlar bir şeye yaramaz.
Son elli sene içinde, birkaç istisnâ dışında (ki istisnalar kaideyi bozmaz) müezzin bile yetiştirememişizdir.
Cami imamlığını namaz kıldırma memurluğu olarak anlayan ve algılayanlar zillet ve esaret içinde sürünmeye mahkûmdur.
Bu ülkenin ismi Türkiye’dir, burada geçerli olan lisân Türkçedir. Bir imamın, yazılı ve edebî kültür Türkçesini mükemmel derecede bilmesi gerekir. Üç yüz kelimelik sokak, çarşı pazar, iletişim Türkçesiyle imamlık yapılamaz.
Zekâ özürlülerin Türkçesiyle elbette gönüller cûş u hurûşa getirilemez.
Hatip minbere çıkıyor, vaiz kürsüye oturuyor, cemaat pür dikkat dinliyor. Ya Rabbi o ne Türkçe… Fuzulî’nin, Şeyh Galib’in, Ziya Paşa’nın hayran kalacağı bir üslûb, bir belagat, bir fesahat. Müzikten anlayan biri hatibin konuşmasını notaya geçirebilir.
Beş dakika sonra cemaat içinde bir dalgalanma başladı. Nice kişi sessizce ağlıyor. Biri çok heyecanlandı, haykırdı, bayıldı.
Hatip konuşuyor… Müslümanların İslâm nimetine gereken önemi vermediklerini, hattâ bazısının ihanet ettiğini söylüyor. Filipinler’den, Fas’a kadar gaflet, dalâlet, ihanet…Bosna’da kadın, çocuk, ihtiyar, gayr-i muharib kardeşlerimizin koyunlar gibi boğazlandığını anlatıyor. Çeçenistan’da taş üstünde taş kalmamış, ülke halkının dörtte biri şehid edilmiş. Zalimlerin korkunç zindanlarında, eski Nemrud’ların ve Firavun’ların bile yapmadığı zulümler ve işkenceler reva görülüyor iman kardeşlerimize. Kutsal Kur’ân’lar parçalanıyor ve yırtık yaprakları helâya atılıyor.
Cemaat ağlıyor, cemaat hıçkırıyor, cemaatten bazıları göğüslerini yumrukluyor.
Cami bir ana baba günü. Derin uykular dağılmıştır artık. Gözyaşları gönül paslarını silmiştir artık.
Efendi ben böyle hutbeler, böyle vaazlar istiyorum.
İslâm’da diş fırçasının ve diş macununun önemi hutbesini başlarına çalsınlar birtakım çokbilmişler.
İlim istiyorum, irfan istiyorum, aşk ve heyacan istiyorum, vecd istiyorum.
Gönülleri ihtizaza getirecek yüksek konuşmalar istiyorum.
Ey rekâket def ol!
Ey cehâlet yok ol!
Ey acz görünme gözüme!
Kendileri ağlayamayanlar cemaati nasıl ağlatsınlar?
Şu yetmiş küsur milyonluk Türkiye’nin büyük bir şaire ihtiyacı var. Şiirleri bayraklar gibi dalgalanacak bir şair.
Ve sen ey musibet! Böyle vaazlar, böyle hutbeler lâikliğe aykırı olur mu diyorsun?
Söyle bana, sen bu lâikliği Stalin’den mi, Mao’dan mı, yoksa Enver Hoca ekferinden mi öğrendin?
Behey nâbekâr! Lâiklik camilere, namazlara, hutbelere, vaazlara karışır mı hiç…
Gönüllerimizde bir tıkanıklık var, ağlamazsak açılamayız. Kana kana, hıçkıra hıçkıra, doya doya ağlamak.
Mâzimize ağlamak, hâlimize ağlamak, istikbâlimize ağlamak.
Yahudiler kadar olamıyoruz. Onların kendi “Ağlama duvarları” var, karşısına geçip ağlıyorlar.
Biz bunca rezalet, bunca sefalet, bunca zillet, bunca esaret, bunca tefrika, bunca nifak ve şikak, bunca isyan ve tuğyan içinde günümüzü gün etmeye bakıyoruz.
İmanları boğazlarından aşağıya inemeyenler ağlayamıyor.
Bizim halimize insaflı kâfirler bile ağlıyor, biz ağlayamıyoruz.
Gökte melekler, berzahta ruhanîler bize ağlıyor.
Kutsal emanetleri yitirmiş bir toplum…
Her gün bin darbe yiyen ve bunları kanıksamış toplum.
Bunca zillet, esaret, felâket, hakaret altında yine keyf sürmeye çalışan, lüks ve konfor peşinde koşan, iyi havalarda piknik yapan bir toplum.
Resûl ne buyurmuş:
“Münafıklar sabah ve yatsı namazlarının önemini bilmiş olsalardı, dizleri üzerinde sürünerek bile olsa gidip namaz kılarlardı…”
Ey sabah namazları leşler gibi uyuyanlar! Ey yatsıları kaçıranlar! Ey gürûh-i gafilûn… Allah sizi uyarmış, Resûl sizi uyarmış, her asrın âlimleri, ârifleri, sâlihleri sizi uyarmış.Ama siz uyanmıyorsunuz.Bunca gaflet, bunca dalâlet, bunca gayretsizlik ve hamiyetsizlik ile nereye gidiyorsunuz, biliyor musunuz?
Ey dâiler! Neredesiniz, zuhur ediniz ve hayat süren leşleri uyandırmak için müessir nutuklar, neşideler okuyunuz.
Gecenin ortasında ve sabaha yakın gök semâlarında münâdiler sesleniyor, uyanın uyanın uyanın diyorlar. Kulakları tıkanmış, kalpleri mühürlenmiş gafiller duymuyorlar.
Gök haber veriyor, yer haber veriyor, dinleyen yok.
Eyvah eyvah eyvah!…
Vah bize, yazık bize, efsûs bize… 05 Mart 2006