Perşembe

Onbeş yıl kadar önceydi. Bir gün telefon çaldı, açtık. Çok nazik ve kibar bir ses selâm verdi ve sonra şunları söyledi: “Efendim siz yaşça bizim büyüğümüzsünüz, hürmetlerimizi sunarız, ellerinizden öperiz… Lâkin bir konudaki tenkitleriniz, bizi çok üzmektedir…” diyerek gerekçelerini açıkladı. Dinî bir cemaate mensupmuş… Ben de ona hürmet ve selamlarımı sundum. Kendisini sükûnetle ve dikkatle dinledim, teşekkür ettim.

Bir Müslüman, kendisinden yaşça büyük başka bir Müslümana üzüntülerini, mukabil tenkitlerini, itirazlarını böyle anlatmalıdır. Resül-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimiz “Büyüklerimize saygı beslemeyen, küçüklerimize şefkat göstermeyen bizden değildir” buyurmuşlardır.

Bendenizin gazeteci olarak, yazar olarak, düşünce sahibi olarak hiçbir büyüklük iddiam yoktur ve olamaz. Sadece yaştan bahs ediyorum.

Yaşı küçük olanların, yaşı büyük olan Müslümanlara hürmet etmeleri, yaşlıların bir hakkı olmaktan çok, küçüklerin bir vazifesidir.

Benim e-mail adresim yoktur. Neden? Çünkü, çok efendi, çok kibar, çok görgülü, çok terbiyeli vatandaşlarımızın yanında, bu saydığım hasletlerin tam zıddına sahip olan kimseler var. Böyleleri hakaret etmeyi, hatta küfr etmeyi çok normal bir iş gibi görüyor.

Ben de bir insanım, elbette yanılabilirim. Kibar, insaflı, görgülü, terbiyeli insan ne yapar? Önce selâm verir, sonra sâkin, soğukkanlı, kibar bir şekilde itirazlarını, tenkitlerini, sağlam gerekçelerle beyan eder… Böyle yapanlara teşekkür ediyorum.

Ötekiler şöyle yapıyor: Açıyor ağzını, yumuyor gözünü, tepemizden kova kova pislik döküyor, iftiranın, yalanın bini bir paraya. Gerekçe falan yok. “Bizi niçin tenkit ediyorsun?”

A zekâ özürlü!.. Ben bu sütunlarda isim vererek tenkit yapıyor muyum? Kaç defa yazdım: Savcı değilim, hakim değilim, hele infaz memuru veya cellat hiç değilim…

Mantıkta ve hukukta illiyet râbıtası diye bir kavram vardır. Bendeniz “Tevhid inancı ile Teslis inancı bir olmaz, bu iki inanç birbiriyle asla bağdaşmaz ve uyuşmaz…” dediğim zaman bir şahsı, bir cemaati, bir grubu tenkit etmiyorum, yanlış bir inancı tenkit ediyorum. Birileri veya bazıları niçin üzerlerine alınıyor? Yoksa onlar, temiz ve pâk Tevhid inancı ile şirk kokan Teslis inancını bir mi görüyorlar. Tevhide inanan Müslümanlarla Teslise inananların Amentüde ittifak halinde olduklarını mı sanıyorlar?

Onların bu inançları yanlış ve sapıksa bana sövüp saymanın kendilerine ne faydası olur? Tevhid inancı ile Teslis inancının bir olduğunu sağlam gerekçelerle, dinî delillerle ispat edebilirler mi?

Yazılarımı bazı internet siteleri iktibas ediyor, teşekkür ederim. Onların bazısı okuyucu e-maillerine açık. Bir kısım sövgüler ve hadden aşırı hakaretler böyle yollardan yapılıyor.

Bendeniz uyarmaya, yanlışlarını düzeltmeye çalışıyorum, onlar küfr ediyor. Câhil ve gafil olan din kardeşlerime haklarım helâl olsun. Onlardan dâvacı değilim. Lâkin, bu herife verip veriştirin diyerek onları kışkırtan birtakım “mağabeylere” hakkımı helâl etmiyorum.

Bir hatıramı anlatmama müsaade buyurunuz. Yıl 1995. Annem rahmetli oldu. Cenaze namazı Fatih Cami-i Şerifi’nde kılındı. Cenâb-ı Hak akıbetlerini hayr eylesin çok sayıda din kardeşim cenazeye geldi. O zaman İstanbul’da bulunan Fethullah Hocaefendi de gelmişti. Cenaze namazından sonra lutfedip Merkez Efendi kabristanına kadar zahmet buyurdular. Annemin nâşı toprağa verilinceye kadar orada kaldılar. Yanındaki talebelerine bendeniz hakkında, layık olmadığım teveccüh ve sitayişlerde bulundular. Estağfirullah dedim.

Fethullah Hocaefendiye bu lütufkârlığı dolayısıyla minnet ve teşekkür borçluyum. Rahatsız olduğunu duyuyorum, Allah’tan acil şifalar dilerim.

Bendeniz “Tevhid inancı ile Teslis inancı birbiriyle asla uyuşmaz, bağdaşmaz” diye yazınca bazı kardeşlerimiz “Vay, sen Hocaefendi’ye çatıyorsun… Sen kim oluyorsun…” diyerek saldırıyor, hakaret ediyor. Ben “Bayram haftası” diyorum, onlar “Sandal tahtası” anlıyor. Onları kışkırtan, onların beyinlerini yıkayan, onları şartlı refleksli hale getiren, onları doğru ve haklı tenkitlere karşı saldırıya geçirten mağabeyler dışında hepsine hakkım helâl olsun.

Şu dünyada Tevhid ile Teslis’i bağdaştıracak, muhal ve mümteniyi (olmazları) mümkün (olur) yapacak kimseler varsa bana gerekçe göstererek, açık ve seçik şekilde yazsınlar.

Güneş balçıkla sıvanmaz, sövüp sayarak, küfr ederek bir şey ispat edilmez. Mağabeyler kendilerine güveniyorlarsa gerçek ulemadan oluşan ilmî bir meclis önünde tezlerini savunsunlar. Taqiyye ve kitman yaparak Müslümanları aldatmasınlar. Kalbinde zerre kadar iman olan, bu imanı giderici söz ve inançlardan çekinen herkese selâm olsun. Bizi övenler övmesinler. Sövenlere de selâm olsun.

Dinî Konular Ayağa Düştü

Müslümanların kafalarını karıştırıp nice kardeşimizi yoldan çıkartanlara yazıklar olsun!.. Onlar dinî konuları ayağa düşürdüler. Şimdi futbol veya politika dedikodusu yapar gibi herkes kendi kafasına, re’yine, heva ve hevesine göre dinden bahs ediyor. Bahsetmek mi? Hayır, yanlış söyledim, mıncıklıyor. Elifi mertek sananlar âyetlerden, hadîslerden ahkâm çıkartmaya kalkışıyor.

Dört hadîsi senetleriyle râvileriyle birlikte ezberinden okuyamayan cühelâ, ictihad yapmaya kalkışıyor. Sigarasından bir nefes çekiyor, çayını yudumluyor ve “Bana göre o âyetin yorumu şöyledir…” diyor. Ne büyük haddini bilmezlik, ne korkunç küstahlık.

1950’li, 60’lı yıllarda durum böyle değildi. Merhum Abdurrahim Zapsu, Ehl-i Sünnet adında bir dergi çıkartıyordu. Okuyucunun biri dinî bir soru yöneltmiş, yâni fetva istemiş. Abdurrahim Zapsu medrese ve ilâhiyat tahsili yapmış, ulûm-i âliye ve ‘âliyeyi bilen bir zattı, dergide o okuyucuya ne cevap vermişti bilir misiniz? “Muhterem kardeşimiz, bu gibi dinî sorular dergilere falan yöneltilmez. Bulunduğunuz şehirde bir müftü vardır, lütfen ona sorunuz, ondan fetva isteyiniz…” (Bu konuyla ilgili olarak vaktiyle bir yazı kaleme almış, Ehl-i Sünnet dergisinin sayısını ve tarihi ve sayfasını vermiştim…)

Evet, eski müftülerin çoğu medrese tahsili yapmışlardı. Fakihliğin en alt rütbesi olan ashab-ı fetvadan idiler.

Her Müslüman Kur’ân’dan ve Sünnetten ilham alarak bizzat ictihad yapmalıdır fikrini ve cereyanını şu meşhur, malûm, mahut Cemalüddin Efganî, daha doğrusu Esedâbadî çıkartmıştır. Ektiği zehirli tohumlar mahsullerini verdi ve İslâm dünyası kaos ve anarşi içinde kaldı. Zamanımızda milyonlarca cahil müfessir, muhaddis, müctehid, müftü var.

Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Müslümanlar arasında üniter hiyerarşi kalmadı. Mehmed Âkif merhum Safahat’ta zırzop müctehid taslaklarını ne güzel yerer rezil eder. Ulemâ sınıfından olmayan bir Müslümanın, dinî konularda kendi re’yi, hevası ve hevesi ile konuşması, “Benim fikrim bu konuda şöyledir, böyledir…” demesi çok büyük bir terbiyesizlik ve küstahlıktır. Din kutsaldır, dinî bilgiler zevzekçe, gevezece, dedikodu yapar gibi konuşulmaz. Dinî konularda benim, senin, onun, bizim şahsî fikrimiz ve görüşümüz olmaz; ulemâ ve fakih efendilerimiz ne derlerse, ne beyan ederlerse tartışmadan onları kabul ederiz.

Gerçek müftü olmayan fetva veremez. Gerçek müfessir olmayan Kur’ân âyetlerini tefsir edemez. “Men fesserel-Kur’âne bire’yihi fekad kefer” buyurulmuştur. Herkes kendi kafasına ve re’yine göre âyetlerden ve hadîslerden hüküm çıkartamaz. Halk tabakası ve gençler dini, ilmihal ve ahlâk kitaplarından öğrenirler. Sevgili din kardeşlerimi uyarıyorum: Din konusundaki kaosa, anarşiye, laubaliliğe, kendi kafamızdan konuşmaya son vermezsek büsbütün zelil ve esir olacağız.

Bendeniz altmış seneden beri dinsizlerin, İslâm düşmanlarının “Yobaz hocalar aradan çıksınlar, herkes dinini ana kaynaklardan öğrensin” dediklerini çok iyi biliyorum. 1950’li yıllarda, Ankara’nın yüksek tepelerinden birindeki bir köşkte kodamanın birinin içkili bir sofrada “Biz dinî taassubu cepheden saldırarak yıkamadık. Bundan sonra mihraptan yıkacağız” dediği rivayet edilir. 08 Şubat 2008