Cumartesi

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Galatasaray mektebinin ilk kısmında yatılı olarak okuyordum. Türkiye harbe girmemişti ama memleket korkunç bir sıkıntı içindeydi. Ekmek vesika ile veriliyordu. O zamanlar hafta tatili Cumartesi öğleden sonra başlardı. Evlerine gidecek öğrencilere ekmek karneleri verilirdi. Fakirlik, sefalet, çaresizlik gırtlağa kadardı. Halk inim inim inliyordu. İşçilerin hiçbir sosyal hakkı, sigortası yoktu. Sadece devlet memurlarının emekliliği vardı.

Üç hastalık; sıtma, verem, frengi ülkeyi kasıp kavuruyordu. İlaç yoktu, hastahane ve yatak sayısı çok azdı. Ülkeyi baştan aşağıya bit istilâ etmişti.

Ekmek yoktu, hürriyet de yoktu. Bütün İkinci Cihan Harbi boyunca İstanbul’da sıkıyönetim vardı.

Demokrasi yoktu. Tek parti vardı. Cumhurbaşkanı İsmet Paşa “Millî Şef” idi.

Halk iktisada riayet ederek ayakta durabiliyordu. O zamanlar en ucuz yemek zeytin ekmekti. Fakirler, idareli olsun diye bir zeytini bir defada yemezler, yarısını bir lokmada, diğer yarısını ondan sonraki lokmada katık ederlerdi.

Ayakkabılara pençe üzerine pençe vurulurdu. Galatasaray, gözde bir okul olmasına rağmen, öğrenci arkadaşlarımın bazılarının pabuçlarının altına kabara çiviler konurdu ki, geç aşınsın.

Gömlekler yedek yaka ve yedek kol ağızlarıyla satılırdı. Yakaları, kol ağızları eskiyip yırtılınca yedekleri takılırdı. Yedekler de eskiyince, arka alt tarafından bir parça kesilir, üçüncü yaka yapılır takılırdı.

Elbiseler de ters yüz edilirdi.

Halk aç, halk sefalet içinde kıvranıyor diyeni komünistlik ve bozgunculuk yaptığı için tutuklarlardı.

Halk geçim sıkıntısını geleneksel İslâmî kanaat ahlakı ile göğüslüyor ve darlıklara dayanabiliyordu.

Bugün olduğu gibi o tarihte de namussuzlar, şerefsizler, vatan ve millet hainleri vardı. İstifçiler, muhtekirler, karaborsacılar, vurguncular malı götürüyordu. Halk kıvranırken onlar servetlerine servet katıyor, domuz gibi şişiyordu.

Ben yaşlı bir vatandaş olarak o sıkıntılı günlerin çocuğuyum. Nimetlerin, ekmeğin kadr ü kıymetini bilirim. Küçük bir ekmek parçasının bile ziyan olmasını, çöpe atılmasını vicdanım kabul etmez. Kurumuş ekmekleri saklarım, suyla ıslatıp pencere kenarına koyarım, kuşlar yesin diye.

Yeni nesillerde kanaat yok, tasarruf zihniyeti yok. Gösterişe yönelik aşırı tüketim yaygınlaştı. İsraf (savurganlık) aldı başını gidiyor.

Vasıflı insanlar çok para harcasalar bile kaliteli tüketim yaparlar. Lüks lokantalarda pahalı yemekler yiyen kişiler, kaliteli insanlarsa, yemeğe harcadıkları paranın birkaç katını sanat ve kültür eserlerine de harcamaları gerekir.

Herif gidiyor ve çuvalla para vererek yiyor içiyor. Aynı adam beş paralık sanat değeri olmayan pahalı elbiselere, gömleklere, kravatlara, ayakkabılara da büyük meblâğlar ödüyor. Lakin onun aylık bütçesinde sanat eserine, kitaba, kültüre ayrılmış beş kuruşluk bir fon yoktur. Bu adam nasıl bir zengindir? Öküz gibi bir zengindir. Öküzler sanattan anlamaz, kültüre önem vermez.

Ahlaksız politikacılar, ahlaksız yarı aydınlar, ahlaksız büyük medya, ahlaksız resmî ideoloji ağaları bu ülkenin, bu halkın aksiyona ait bütün değerlerini dışladılar, çürüttüler.

1985 ile 1995 arasında ülkede bolluk ve zenginlik oldu. Ellerine para geçen kesimler çılgın gibi israfa, gösterişe yönelik tüketime, saçıp savurmaya kapıldılar. En pahalı yabancı arabalar alındı, su gibi yakıt harcanarak gezip tozuldu. Meskenler son derece lüks ve süslü yapıldı. Halk da bunlara özendi. Sermaye olarak kullanılması gereken milyarlarca dolar ziyan edildi. Sonra kriz çıktı, darlık yılları geldi ve milyonlarca insanımız kıvranıyor.

Eski kanaat, tasarruf, mütevazı hayat sürme prensipleri devam etmiş olsaydı, Türkiye bugünkü hale düşmezdi.

Ahlaksız politikacılar ülkeyi, halkı, devleti yüz elli milyar (son rakamı bilmiyorum, belki daha fazla) borca soktular, batırdılar. Bundan sonra gelecek yedi nesil borç altındadır.

Para tek değer oldu, putlaştı. Kuduz bir azınlık; devleti, milleti, vatanı soyarak milyarlarca dolar vurdu. Organize suç çeteleri ülkeyi haraca bağlamıştır.

Sorumsuzluk, ehliyetsizlik, namussuzluk, şerefsizlik, vatan hainliği sanki suç ve ahlaksızlık olmaktan çıkmıştır.

Helal haram bilinmez ve ayrılmaz olmuştur. Para para para! Helali haramı fark etmez.

Bu pisliklerle mücadele etmeleri gereken birtakım İslâmcılar, milliyetçiler, Türkçüler de kendilerini sele kaptırmışlardır.

Namuslu olmak, haram yememek enayilik ve aptallık haline gelmiştir.

Üç büyük put var:

Para putu… Benlik putu… Şehvet putu…

Bu üç put şu güzelim Türkiye’yi batırdı, bitirdi.

Televizyonlar reyting uğrunda her haltı yediler. Türk toplumunun çekirdeği olan ailenin temelleri sarsıldı.

Türkiye’yi yıkmak isteyen dış şer güçleri ve içteki yardakçıları halkımızın ve bilhassa genç nesillerin hedonist olması için ellerinden gelen hıyaneti ve habaseti yaptılar.

Türkiye’nin sebeb-i vücudu olan İslâm dinine saldırıldı. Ahlak ve fazilet öcü gibi gösterildi, gericilik olarak damgalandı. Dindarlık suç sayıldı. Fahişelere devletin TC damgalı “vesika” vermesini tabiî ve o normal bulan kafalar genç kızların başörtülerini devlet ve cumhuriyet için bir tehdit ve tehlike olarak gördüler.

Bu halk ıslah olur mu? Eski kanaat, iktisat, tasarruf, tevazu ahlakına döner mi? Çok zor.

Ülke her geçen gün bir miktar daha Sodom Gomore’leşiyor. Bunun sonu nedir biliyor musunuz? İlahî gazaba ve azaba uğrayıp batmaktır. 21 Nisan 2002